08/04/2012 | Yazar: Onur Caymaz

O kadar inanmıyorum ki ince beylerin, kravatlıların, iyi hatip denilenlerin ağzından çıkan her kelime, daha havada dağılmadan yalana dönüşüyor. Andığım gerçekler, bunca yalanı taşımıyor ne yazık ki!

Ey tarih, ey zaman! Kim kimi neyle yargılarken; kim, kimin hesabını, kimden soruyor!
 
En genişinin eni 0,6 metre, boyu 0,4 metre, en yükseği 1,5 metre olan tabutluklarda, insanı yaşarken bir ölüye dönüştürüyorlardı. Çoklarını ekmek su vermeden bu Amerikan icadı işkence hücrelerinde aylarca, karanlıkta bekletiyorlardı. Şimdi peki o karanlığın, rutubetin, o kesif bok kokusunun, harcanan gençliğin, giden ömrün, yiten sevginin hesabını kim soracak? Tabutluklarda aylarca yatıp kanser olması beklenen devrimcilerin...
 
Kim, kimin hesabını, kimden...
 
Tütün kolonyası kokan astsubayları; her daim traşlı (disiplin), ağzı çay acılığında askeri hâkimleri; dosya tozuna boğulmuş sadist, sapkın, mütecaviz emniyet müdürlerini kim arayıp bulacak? O Amerikan bezinden yapılmış karanlık gözbağlarını... Çok uzak bir koğuşa götürülüyormuş izlenimi vermek için gözleri bağlanarak, ayaklarının altı kan içinde olduğu halde sağa sola yürütülen yirmi yaşında insanların ahı...
 
Kim, kimin hesabını, kimden...
 
Misal, işkence görmüş hamile kadınla “çocuğunun adını da TİKKO koyarsın o vakit,” diyerek dalga geçen hâkimden hangi adalet hesap sorabilir! Gencecik insanları okulda eylem yaptığı, kitap yazdığı vs için içeri atan adalet mi? Adalet de eninde sonunda ideolojik, hatta belki de saçma, adalet de aslında çirkin bir şey değil mi? Adalet de nihayet bir tarafın adaleti olmuyor mu? Adalet de çerçevelenip duvara asılan bir şey, adalet de gösteriş, himmet, adalet de kibir vasıtası değil mi? Kim, kimden, kimin adaletini istiyor?
 
Kim, kimin hesabını kimden...
 
Televizyonlarda dalgalanan bayraklara, en büyük darbeci Turgut Özal’ın bir reklam kampanyası başarısı olarak gözümüze gözümüze sokarak icraatlarını anlattığı o tükenmez kaleme ne oldu? Arananların listelendiği radyo programlarını kimler sunuyor, kimler dinliyordu; kimler, kimleri, ne için ihbar ediyor, para kazanıyordu? Kimler sakal bıraktığı için, Alevi olduğu için, bilmem ne gazetesi, dergisi, kitabı okuduğu için aylarca içerde kalıyordu? Darbe sonrası kafa boşaltmak, ortalık sulandırmak amacıyla çıkıp da bir milyon satan Tan Gazetesi’ni kimler satın alıyordu? Devrim için uğurlarında ölünen halk mıydı onlar? Yakılan, denize atılan, toprağa gömülen kitapların harflerinden yeni bir bahar çiçekleniyor muydu?
 
Bu davayla kimin hesabı soruluyordu?
 
Bir gece önce delicesine işkence gördüğü, ağzı burnu kırık olduğu halde sanık sandalyesine oturtulanları biliyorken; ah canım, aman zavallının kolu kırık diye Kenan Evren’in yargı önüne çıkartılmamasına adalet demek hangi insanlığa sığıyordu...
Kış sabahı saat dörtlerde soğuk suyla ıslatılıp dışarda çırılçıplak ayaza bırakıldıktan sonra emniyet bürolarının üst katlarından atılıp da intihar etti denilen solgun gençler insan değil miydi?
 
Gece boyu bir lastik tekerin içine konularak döndürüle döndürüle kafası, kolu, bacağı ezilenler? Yaralı ayaklarıyla tuz serpilmiş yollara bastırılanlar? İnfaz edileceksin, aramızda seni idam etmeye karar verdik deyip gece vakti arabayla ormana götürülerek “hadi koş, kaç” dedikleri; karanlık ağaçlar arasında can havliyle kaçıp bir yandan da insanlığından utanan, peşinden bile isteye ıskalayarak kurşun attıkları inançlı çocuklar Kenan Evren kadar olsun, insan değil miydi? Kenan Evren kadar, Süleyman Demirel kadar, ordu basın sözcüsü Nazlı Ilıcak kadar, Her Gün gazetesinin kalem tetikçisi Taha Akyol kadar uzun olsun, yaşamaya hakları yok muydu? Bir ülkede gençler bunca kısa yaşıyorsa bu iş biraz da bir onur sorunu değil miydi?
 
Tek kelime Türkçe bilmediği halde o çok sevdikleri İstiklal Marşlarının sadece yedinci kıtasını okumasını istedikleri insanların hesabını kim soracak? Konuşsun diye anasına, bacısına gözlerinin önünde cop sokulan direnenlerin hesabını? “Devrimci” AKP mi, “sivil” iktidar mı, “bağımsız” yargı mı? Tuhaf bir iddianameyle giriştikleri 12 Eylül davası mı?
 
Yerde çıplak ve mosmor bir cenin gibi yatarken az yukarıdaki kalorifer demirine kelepçelenmek suretiyle kolu şişerek kırılması beklenenlerin hesabı? Adı Co konmuş bir Amerikan köpeğine “komutanım çekmek” zorunda bırakılanlar, birbirlerini yerde yatarken taşaklarından havaya kaldırmak zorunda bırakılanlar! Bu insanların hesabı? İçinden asker botu, pis asker çorabı ya da kara sinek çıkan yağsız, tuzsuz, aşağılık çorbaları içerek yaşamaya mecbur bırakılanların hesabı? Makatına sokulmuş copla arkadaşlarının önünde çırılçıplak gezdirilip kuyruklu Kürt, kuyruklu devrimci diye alay edilenlerin gururu, şerefi, hesabı? Bunlar ne olacak, ey zaman, ey hayat!
 
Bu insanların, yakılıp yıkılan yüzbinlerce hayatın, bir o kadar babanın, kardeşin, evladın, arkadaşın, bir o kadar da yoldaşın; sen hiç oğul emzirdin mi kör kurşun diyen, halen evlatlarının kemikleriyle avunmak zorunda bırakılan gözü yaşlı anaların...
 
İnanmıyorum. O kadar inanmıyorum ki ince beylerin, kravatlıların, iyi hatip denilenlerin ağzından çıkan her kelime, daha havada dağılmadan yalana dönüşüyor. Andığım gerçekler, bunca yalanı taşımıyor ne yazık ki!
 
Bence kendileri bugün yarın bir televizyon kanalında toplanıp (nasıl olsa çoğu onların), yine Türkiye tarihinin en acılı, kanlı, gözyaşı dolu darbesini, 28 Şubat’ı konuşsun. Sivil demokrasiyi konuşsun, büyük, emperyal Türkiye’yi konuşsun. Fakat mümkünse 12 Eylül’e dokunmasınlar! Nasıl olsa halen sürüyor 12 Eylül! Mümkünse, dokunmasınlar...

Etiketler:
İstihdam