25/01/2016 | Yazar: Ulaş Sona

Bir gün sınıf atlasak da, çok paramız olsa da ButKa olamayacağız. O bir tavır, o bir yaklaşım, duruş, his…

Bir gün sınıf atlasak da, çok paramız olsa da ButKa olamayacağız. O bir tavır, o bir yaklaşım, duruş, his… Bir şey yani. Geldiğin yer demek, ait olduğun sınıf demek aynı zamanda.

Olayın üzerinden üç gün ya da dört gün geçti ama biraz önce olmuş gibi düşünüyorum. Aslında istemli olarak da düşünmüyorum ama gözümün önünden gitmiyor. Ucu ıslanmış ya da biraz çamur olmuştu. Ben onu temizlerim diye bile düşünmüştüm. O kısacık an…

Eskişehir’deki evimiz hep kalabalıktı. Kaç kişi olduğumuzu da sürekli sayardım. Saymazsam eksiliriz gibi gelirdi. Ama zaten biri ben doğmadan önce evden eksilmiş ve hakkında da çok konuşulmazdı. O kadar kalabalık olmamızın sebebinin o olduğunu bilirdim ve bu yüzden içten içe de sevinirdim sanırım.

Amcamı çok erken kaybetmişler. 33 yaşındaymış ya da 32. (benim tahminim) Böyle direk sorulara başka türlü cevap verilirdi. Bu yüzden ben de “Amcam öldüğünde kaç yaşındaydı?”nın hesabını hep şöyle şeylerle yaptım: Babam askerden yeni gelmiş, ablam 1 yaşındaymış, abim 7, büyük ablam 5 ve ben yokmuşum. Babam askere kaç senesinde gitmiş, teyzem kaç doğumlu, amcamla teyzem arasında yaş farkı var mı? Bu uzun hesabı da ara ara yaptım. Yapmazsam amcamın yaşı eksilir gibi gelirdi.

Mahallenin civcivli yerinde, dört yolun bir köşesinde kahvesi varmış amcamın. Herkes çok severmiş. Uzun boylu, geniş omuzlu, kıvırcık saçlı, çok yakışıklı ve neşeli biriymiş. Teyzemin de beline kadar siyah saçları, herkesin renkli gözlü olduğu bir ailede simsiyah gözleriyle efsaneymiş. Göz pınarlarım kurudu, artık yaşlandım diyor ama bence hala efsane.

Önce teyzemle amcam evlenmiş, sonra da annemle babam. İki kız kardeş iki oğlan kardeşle evlenmiş. Annemle babam tanıştıklarında küçücüklermiş, beraber büyümüşler sonra da evlenmişler. Amcam sirozdan ölünce (karnım ağrıyor demiş, bir anda karnı şişmiş, hastaneye gitmişler üç ya da dört gün sonra da ölmüş) teyzemi gelip almamışlar. Bu kısımdan sonrasını yıllarca dinledim ve çok iyi biliyorum. Dayım ve anneannemler gelip almalıymış ama gelmemişler. Annemlerde çok zaman sonra, bu saatten sonra gelmeyin, demiş. Böylelikle babaannemin zulmüyle geçecek yıllar başlamış, iki kız kardeş babaanneme, babama ve abime karşı örgütlenmiş, olaylar da sürekli Çamlıca’da oturan büyük ablaya uzun telefon konuşmalarıyla aktarılmış.

En kısa haliyle böyle bir başlangıç evdeki kalabalığı yaratmış. Uzun süre dört kardeşiz ve iki annem var sandım. Bu algım ilkokuldaki hayat bilgisi testindeki “Teyzenizin kocasına ne dersiniz?” sorusuna, “Amca” dememle birlikte yara aldı. Annemi okula çağırdılar (annemin okula çağrılmalarının ilki böyle başlamıştı) ve “Sizin nasıl çarpık aile ilişkileriniz?” var, dediler. Annem kan bağı olmadığını, iki ayrı aile olduğunu anlatmaya çalıştı, o zalimlere. Sonra da bana dönüp enişte ve yengenin ne demek olduğunu anlatmaya çalıştılar.  Çünkü teyzem yenge olamazdı gözümde, o benim aşağı evdeki annemdi. Evden ayrılana kadar aşağı ev, yukarı ev ve bahçe hayatımda oldu. Üç evde büyümek o kadar dram ve şiddet arasında çok lükstü, çok şükredilesiydi. Bence hayattaki ilk şansım bu üç evdi.

Teyzem çok okumak istemiş ama çok güzel olduğu için okutmamışlar. Sanayi mahallesindeki adamlara güvenmemişler, bu konuda da dayımın adı geçer; bir şey yapmadı olarak.  Amcam öldükten sonra da çalışmak istemiş teyzem ama dul bir kadın olarak uygun görülmemiş. O da bulduğu her şeyi okumuş. O kadar şeyi nasıl bulup öğrendiğini bilmiyoruz. Ama bize bulduğu kitaplara tanık olduk. Amcamdan kalan Bağ-Kur maaşını almak için ayda bir onunla çarşıya gidiyorduk. Bize mutlaka bir şey alıyordu. Önce boyama kitapları, sonra masallar, sonra hikayeler… Sonra da daha kalın kitaplar. Ama hiç defter almazdı. O güne kadar almamıştı.

Bir gün ablam okul gezisiyle Ankara’ya hayvanat bahçesine gitti. Büyük abla ve abi de daha önce gitmişler Ankara’ya. Bu konuşulduğu an ben çok üzüldüm gidemiyorum diye. Teyzem üzülmeyeyim diye beni çarşıya götürdü ve yaldızlı, afili bir defter aldı. Üstelik maaş günü de değildi. Bunu dedi hatıra defteri yap. İnsanlara diyeceksin ki; benimle ilgili, bana bir şeyler yazın. Hatırladığım ilk defterim odur. Sonra ben o defteri ilk babama götürdüm ve bir şeyler yazman gerekiyor, dedim. Babamı başka bir gün çok çok uzun yazıcam ama bugün değil. Kısaca o zaman benim gözümde evin ButKa’sı* babamdı. Az konuşan, ciddi, sert, çok az gülen, öyle yemek yenmez böyle yenir diye uyaran… Bunlara benzer bir dizi özelliği olan ve toplamda gözümde büyükçe, yüksekçe, ulaşılmaz bir yere oturan biri. Tamam dedi, salona oturdu, dört saat de kalkmadı. Kapıdan gizlice ona baktım. O zaman bir insan dört saat ne yazabilir anlayamıyordum. Babamla kurduğumuz en samimi, en yakın ve en uzun ilişki sanırım o defter için uğraştığı gündü. Sonra verdi defteri, meraktan ölüyordum. Sanıyordum ki sayfalarca yazmıştır. Ama sadece bir sayfaydı. Kendinden ve benden üçüncü kişi olarak bahsedip: “Baba’dan Kız’ına” öğütler diye bir başlık atmış (bunun tam halini kontrol edicem ama mana bu) ve bir iki diye başlamış sıralamaya. En sonuna da; “Şimdi bunları anlamayacaksın ama bir gün işine yarayacak” demiş. (El yazısı ne kadar güzeldi.) Evet o zaman çok anlamadım ama sonrasında, ona kızgın olmadığım, onu yaralamak istemediğim, daha sakin ve insan gibi onu düşündüğüm, onu özlediğim anlar, aklıma getirdim ve yapmaya çalıştım. O maddeler emir gibiydi: yap, ver, ol, al… İpuçları da vardı. Bazı maddeler “İnsanı tanımak istiyorsan eğer…” diye başlıyordu. Sanki bir daha görüşmeyecektik ve bana son sözleriydi. Kalıplarımı oluşturan ilk ve son sözler.

Burada duruyorum ve başa dönüyorum. Olayın üzerinden üç ya da dört gün geçti ama biraz önce olmuş gibi düşünüyorum. O karlı günlerde çok erken saatlerden akşamın bir körüne kadar çalıştık. Küçük Parmak Kapı sokakta bir sahne çekilecekti, malzeme arabası da Kazancı Yokuşu’nun aşağısında bir yere kadar gelebildi. Ben ve sesçi malzeme taşımaya gittik. İlk kez bir sette ses elemanı olarak bulunmadım. Ben çoğunlukla belgesellerde ses ekibinde çalışıyorum. Bu set özelinde böyle bir şey oldu. Benim için de değişikti. Aynı zamanda sese ihanet etmek gibiydi. Çünkü sese aşıktım. Elimizde, kolumuzda, sırtımızda çantalar o soğukta o yolu çıktık, meydana geldik ve İstiklal’e girdik. Bu arada adam bana sürekli soru soruyor, neden sesten uzaklaşıyorsun falan diyor. 35-40 yaşlarında uzun boylu, fiziki olarak güçlü, uzun zamandır sektörde çalışan, parayla ilgili artık bir kaygısı olmayan ve birikim yapmış biri. Ben de kendi durumumu özet geçerek anlatmaya çalışıyorum. Sektörden, boyumun kısalığının boom (ucuna mikrofon takılan sopa) tutarken sıkıntı olduğundan, doğru dürüst para kazanamadığımdan, teknikteki diğer erkeklerle iletişim kurarken zorlandığımdan ve yanıma verilen erkek asistanlarla baş ederken kendimi çaresiz hissettiğim anlardan, dilimin kibar ve ılımlı olmasından, çevreme güçlü bir etki yaymadığımdan… O da kendi hayatında işe yarayan kişisel gelişim kitaplarının ideal beş kurallarıyla başlayıp, mutluluğa giden on altın yolun sırrını anlatmaya çalışarak, terapi yapıyor ama bana İpek Ongun kitaplarıyla, Tavuk Suyuna Çorba kıvamındaki hikayeler şeklinde geliyor. Gene de sert yapmadan konuşuyorum. Ayrıca ben üşümeyeyim diye çıkarıp eldivenlerini bile bana vermişti. Kadınların teknikteki varlığının önemi kısmı adlı demecinde, kadın demesini bile umursamamıştım. İyi niyetini anlıyor ama sadece iyi niyetin yetmediği durumları açıklamaya çalışıyordum.  Çünkü ben her şeye rağmen devam etmenin, bir tutkunun peşinden gitmenin ve bunda ısrar etmenin ne demek olduğunu ondan daha iyi biliyordum ve bunun bedelini ödüyordum. Ben bunu seçtim diye de o soğukta yırtış yırtış o adama bağırmanın da bir anlamı yoktu. Empati bazen çok ideal bir kelime oluyordu konuşmalarımızda. Çünkü “kelimeler bazı anlamlara gelmiyor” du. Neyse girdik İstiklal’e biraz yürüdük, ben yerde 200 milyon gördüm. Para dedim, para var. Baktı şöyle bana ama durmadı. 200 dedim. Biri düşürmüş, dedi çevirdi başını ve devam etti. Bir an duraksadım, yere baktım. Cebe sıkışıp başka bir şey alırken düşen ikinci şey neyse 200 milyon da oydu. Düşmüş ve fark edilmemiş. İki adımla yetiştim ona. Anlatmaya devam ediyordu. Dinlemeye çalışıyordum ama duymuyordum artık onu. Sonra mekana gittik, çektik, çıktık ordan, yemeğe gittik. Ben sadece çorba söyledim, halbuki çok açtım. Bir kaşık aldım ve durdum. Neden eğilip almadım ki, dedim. Gidip baksam mı, diye düşündüm. Yoktur artık, dedim. Kalktık başka yere gittik, ordan çıktık başka yere. Son sahne başlarken gözümün önüne kıvrık 200 milyon geldi. Başka şeyler düşünmeye çalışıyordum ama başaramıyordum.

O adam gözümde çok ButKaydı. İstediği işi yapan, bundan para kazanan, zorlanmadan hayatını devam ettiren, parayla olan meselesini kısa zaman içinde çözen, kendisini fiziki anlamda kanıtlamak zorunda olmayan, iyi bir psikolojiyle çalışan, hayata daha rahat bakabilen biriydi. Ama ben o adamın bakışı yüzünden alamamıştım. Çünkü ben o bakışı biliyordum. İnsanı utandıran bir bakıştır o. Kendinizi değersiz hissedersiniz. O an o bakışla küçülüp yok olursunuz, yok olmadığınızı fark ettiğiniz an utanmaya başlarsınız, terlersiniz, kaçmak istersiniz ama kaçamazsınız. O parayı yerden almanın ne fakirlik ne de zenginlikle alakası vardı buna iknayım evet. Sorduğum herkes de alırdım dedi. Ki birisi mutlaka alacak onu, ne yani düşüreni nasıl bulacağız. Ne yaptığınla da alakası yok, sen harcamazsan ver birine, az para mı! Ama mesele o kısımlar değildi benim için. O adam varken, o bakış varken eğilmek, almak ve kalkmak… Ben yapamadım. Çünkü ButKa algım çok güçlü, çok kodlu hatta çok önyargılı. Birisine biraz bile ButKa herhalde diyeyim hemen gardımı hazırlıyorum. İnsanlar gözümde biz ve onlar olarak ayrılıyor. Bunu şuna benzetiyorum: kadın deneyimden gelen, bu deneyimi kabul eden ve bir gün dış görüşü erkek olan birinin gece sokakta tedirgin olması gibi. Belki kimse bir şey yapmayacak ama o his, o gece yürüme tedirginliği bir tutam sakalla hemen değişecek kadar kolay bir şey olmayabilir. Bir gün sınıf atlasak da, çok paramız olsa da ButKa olamayacağız. O bir tavır, o bir yaklaşım, duruş, his… Bir şey yani. Geldiğin yer demek, ait olduğun sınıf demek aynı zamanda. Kötü bir şey de değil belki ama bendeki hali öyle değil. O bakışı o üç evin bir yerinden hatırlıyorum, Zekeriyaköy’ün villalarında yaşayan insanlardan biliyorum, kambur oturduğum sıralarda bana bakan diğer öğrencilerden biliyorum… Bir anlıktır o ama hep yakalarsınız çünkü gözünüzün içine bakarlar. Sonra Nursel nasıl alkolik oldu.

Sonra düşünmekten ve anlamaya çalışmaktan yoruldum. Yıllardır tırnaklarımın kenarlarındaki etleri yerim ve kanarlar. Hiç acımazlar bile. Ellerim acıyı ilk neden yazısıyla tatmıştır ve o gün bitmiştir acı ya da başlamıştır. Önceki hafta kadın arkadaşlarımın tavsiyesiyle manikürcüye gitmiştim. Manikürcü abla evliydi ve 8 sene önce babasını kaybettikten sonra hafızasında sıkıntılar yaşamış biriydi. Sana n’aptılar, demiştim. Elektroşok verdiler, demişti. Bir buçuk ay unutmuş ve hatırlayamamış. Bana da bu yakışırdı, ellerimi ancak senin gibi biri tutabilirdi: kanatmadan ve yaralamadan.

Burada duruyorum ve ellerime bakıyorum. Olayın üzerinden üç ya da dört gün geçti ama biraz önce olmuş gibi düşünüyorum. Kalk dedim bir hafta olmuş, maniküre git, hayatta kendi yaraların için de bir şey yap, bu sefer kendini değil de 200 milyonu unut, 200 milyon diye de konuşma, sen de altı sıfır at hayatından!

*ButKa: Trans kadın ve gey argosunda çok kaliteli, iyi bir yaşam standartına sahip kişiler için kullanılan sözcüktür. Çok/büyük anlamına gelen but ve kalite sözcüğünün ilk hecesi alınarak oluşturulmuştur. Çoğu zaman aslında alaycı biçimce kullanılır.

Yazının ilk okumasını yapan Salih’in önemli notudur:  “Ay uzun uzun adamı boklamaya, sosyolojik analizlere ne gerek var! Ben olsam kim nasıl bakarsa baksın alırdım.”


Etiketler:
nefret