02/12/2014 | Yazar: Emre Alpun

1915 olaylarının üzerinden bir asır geçmek üzereyken artık merhamet değil adalet isteyen bir halkın sesine kulak verme zamanının geldiğinin hepimiz farkındayız.

Sokakta yaya demenin yer yer dayakla cezalandırıldığı bir kamusal alanda dil yasağı politikasının içine doğmuş, Ermeni okullarında dahi Ermenilerin vatan haini olduklarına dair nefret söylemi içerikli ve pek tabi Milli Eğitim Bakanlığı onaylı belgesellerle büyümüş ve nihayetinde Hrant Dink’in bir gün sokakta yatan ölü bedeniyle istisnasız tüm ailesinin günlerce -sadece evde- hıçkırıklı ağlamalarına şahit olmuş bir arkadaşımızın bir Ermeni dölünün büyük senaryolardan sıyrılıp kalbine dokunabilmek için çok doğru bir zaman 2015.
 
Kadim ve eski bir topluluk, Millet-i Sadıka, yeri gelince ebedi dost, ders kitaplarımızda yazıldığı kadarıyla ‘dış tehdit’ ya da arkadan bıçak sallayan nankör düşman. İyi de gerçekten bu soyut tanımların ötesinde kim bu Ermeniler? Sahi nerden geldiler ve ne istiyorlar daha önemlisi bir gün Harput’ta bir dedenin bana söylediği gibi “Neden bir gün durduk yere gitmeye karar verdiler?”
 
Ermeniler ve 1915; her 24 Nisan’da ABD Başkanı’nın kullanacağı kelime seçimi, küfürler savrulan bir düşman, bizi karalamaya çalışan yabancı güçlerin güdümünde bir tehdit ya da arada gündem karışsın diye bir ikisinin öldürülebileceği bir oyun malzemesi olan bir grup olarak sınırlandırılamayacak kadar geniş. Genişliği tam da hepimizin çocukken hafızalarından asla çıkmayacak şekilde öğretildiği üzere onların birer “Ermeni dölü” yani insan evladı olmalarında yatıyor. Esasen tam da ben gibi bir döl idiler bir zamanlar bu insanlar da. Ta ki tam da içimizden bazıları (ya da birçokları) bu döllerin insan olduğu gerçeğinden bizi uzaklaştırıp da başka başka sıfatlarla beynimizi bulandırıp kalbimizi sağır edinceye dek.
 
“Bir gün Ağrı’nın bizimkine komşu olan köyündeki çocuklarla düğünün keyfini çıkartıyorduk. Sıkıldıktan sonra bir ihtiyaç bahanesiyle bazı büyüklerimizle birlikte uzunca bir yola çıktık. Sınıra yakın bir yerlerdeydik ve amcam bize uzaklardan sınırın öbür tarafında ot toplayan Ermenileri gösterdi. Arkadaşlarım ve ben dakikalarca şaşkınlığı üzerimizden atamadık çünkü bu insanların bize sürekli evde, sokakta anlatıldığı gibi kuyrukları yoktu. Basbayağı bizim gibiydiler.”
 
Günümüz  şartlarında inanmanın bir hayli güç olduğu bu anlatı şu anda Galatasaray Üniversite’sinde hocalık yapan bir hukukçu ağabeyimin doğrudan deneyim paylaşımından sadece küçük bir alıntı. Tam da bu noktadan şiddet politikalarını ve asimilasyon felsefesini tartışmak gerek. Ötekileştirmenin zihin kodlarını her yönüyle içeren bu anekdot da açıkça gösteriyor ki yabancılaştırma ve yok sayma – bir çok faşist uygulamada farklı gruplar için mütemadiyen yapıldığını gördüğümüz üzere- önce farklılaştırma ve uzaklaştırmayla başlar. İşte tam bu noktada ben tüm yazımda bu büyük kavramlara, içi doldurulamayan politik söylemlere ya da ideolojik ve tarihsel duruşlara ve ‘gerçek’lere değil bizzat öznenin kendisine olayın müdahiline yani söz konusu döllere odaklanacağım.
 
Kök-kimlik-aidiyet üçgeninde yadsınamaz bir yer tutan yuva kavramı kişinin kendini konumlandırmasında, aidiyet atamasında ve kişilik gelişiminde önemli bir yer tutar. İsveç’te Süryanilerle yapılan sosyal-kültürel  antropoloji çalışmaları sırasında Stockholm’deki üçüncü nesil Süryanilerin hala “sizce yuva neresi?” sorusuna cevap olarak Mardin’i ve Midyat’ı vermelerinde saklıdır tam da yuva denen kavramın bütünselleştiriciliği ve bağları korumadaki rolü. Ağrı Dağı’nın eteklerindeki köyde yaşanan bir hikayeyi devam ettirmek için Ararat[i] sayesinde kavuşan aşıkların öyküsüne değinmek istiyorum. Anait[ii] isimli şu anda 50’li yaşlarında sivil toplumda son derece aktif ve etnik kimliğini açıkça yaşayan bir kadının anlatımları şöyle: “70’li yıllarda bir gün Teşvikiye’de bir yerde oturuyorum arkadaşlarla. Bir genç eli ayağına dolanmış bir halde geldi ve sen Ağrılı mısın diye sordu. Çocuk ısrarla halasına çok benzediğimi acaba kendisini ve ailesini tanıyıp tanımadığını sordu. Ben güzel ve alımlıydım. Bu çocuğun da bana kur yapmak vesilesiyle böyle gereksiz bir muhabbet kurmaya çalıştığını düşündüm ve tersledim. Çocuk her şeye rağmen öğrenirsen beni Teknik Lise’de bul diyerek ayrıldı. Bu münasebetsiz olayı akşam sofrada otururken ailemle biraz gülerek biraz temkinli paylaştım ve babamın yüzü kırmızıya döndü, annem ise kendini tutamayarak ağlamaya başladı. İşte ben bir Ermeni kızı olduğumu tamı tamına yirmi yaşında ve sokakta karşılaştığım çok büyük ihtimalle akrabam olan bir genç sayesinde öğrenmiştim. O anda yıllar boyu evdeki yasaklı konuların varlığı, neden dedelerimiz hakkında hiç bir şeyin anlatılmadığı ve daha bir sürü gündelik ayrıntı yerine oturdu. Her şey bir anda aydınlandı. Ararat’ın eteklerinden sürülen ve yıllar sonra Lübnan’da bir Ararat fotoğrafı sayesinde birbirlerine kavuşan babaannem ile dedemin hikayesini o gece öğrendim ve bir daha da asla unutamadım.”
 
Ailesine bu gerçeğin gizlenme nedeni sorulduğunda ise Anait tüm akrabalarından aynı cevabı almış : “Seni korumak ve Türklere düşman olmaman için söylemedik.” Şiddetten kaçınma biçimi olarak sürekli savunmada kalmak ve bizzat kendi kimliğini yok saymak Türkiye’de yaşayan Ermeniler’de çok görülen bir durum. Halen Samatya’da yaşayan ve askerde adli mahkumlara has olan “sakıncalılar” sınıfına sırf Ermeni olduğu için konulan Sarkis Amca’nın dile getirdiği  “Keşke bizi de öldürselerdi de bu acıları yaşamasaydık[iii]” söylemi gibi bir çok temsilde köksüzleşme halini gözlemlemek mümkün. Kemani Serkis Efendi’nin meşhur bestesinde söylediği gibi “kimseye etmem şikayet” hali sokağa çıktığımız zaman 60 bin kadar kalan Ermeni halkının da gerçeklerini yansıtıyor.
 
1915 olaylarının üzerinden bir asır geçmek üzereyken artık merhamet değil adalet isteyen bir halkın sesine kulak verme zamanının geldiğinin hepimiz farkındayız. Sokakta yaya demenin yer yer dayakla cezalandırıldığı bir kamusal alanda dil yasağı politikasının içine doğmuş, Ermeni okullarında dahi Ermenilerin vatan haini olduklarına dair nefret söylemi içerikli ve pek tabi Milli Eğitim Bakanlığı onaylı belgesellerle büyümüş ve nihayetinde Hrant Dink’in bir gün sokakta yatan ölü bedeniyle istisnasız tüm ailesinin günlerce -sadece evde- hıçkırıklı ağlamalarına şahit olmuş bir arkadaşımızın bir Ermeni dölünün büyük senaryolardan sıyrılıp kalbine dokunabilmek için çok doğru bir zaman 2015. Yüz kızarıklıklarımızı, yaşanan ve yaşatılan tüm acılarımızı tekrar dile getirmenin tam zamanı belki de. Çünkü biliyoruz ki geçmiş geçip giden bir şey olmanın çok ötesinde şu anı da biçimlendiren ve dönüştüren zaman üstü bir kavram. Psikanalizde travmanın nesilden nesle daha anne karnındayken aktarıldığını biliyoruz. Peki bizler gerçekten sonraki nesillere sustukça güçlenen, halının altına süpürdükçe üzerinde sandalyenin durmasını engelleyecek kadar  büyüyen bu acıları bu travmaları mı miras bırakmak istiyoruz? Tüm bunların cevabını yine bizler acının acıdan üstün olmadığını bilerek ve yargılamadan ortaklaşarak ve duygudaşlıkla anlamaya çalışan bizler vereceğiz.
 
“İnsan yaşadığı yere benzer 
O yerin suyuna, o yerin toprağına benzer 
Suyunda yüzen balığa 
Toprağını iten çiçeğe 
Öylesine benzer ki 
Ve avlularına 
Ve sözlerine  
Hasretine, yalanına benzer
Gülemiyorsun ya, gülmek
Bir halk gülüyorsa gülmektir”[iv]


[i] Nuh’un gemisinin büyük tufandan sonra oturduğuna ve Mitolojik olarak Ermeni ırkının ortaya çıkışına mekan olduğuna inanılan Ağrı Dağı’nın eski Türkçe’deki ve halen Ermenice‘deki karşılığı.
[ii] Tüm kişi isimleri gibi bu da tamamen kurmacadır fakat olaylar aktarıldığı şekliyle yazıya geçirilmiştir.
[iii] Hrant Dink ‘in öldürülmesinin akabinde yapılan konuşmada resmi makamlarca yaşadığı ayrımcılık örneklerine dair sorduğum bir soru üzerine
[iv] Cansever, Edip: Mendilimde Kan Sesleri 

Etiketler:
nefret