26/05/2017 | Yazar: Emre Korlu

Yine gelir dedik. Mutlaka gelir sonra hiçbir şey olmamış gibi davranıp oturur masanın başköşesine.

Yine gelir dedik. Mutlaka gelir sonra hiçbir şey olmamış gibi davranıp oturur masanın başköşesine.

“Çağam(oğlum)!” diye bağırırdı babaannem. Yedi kardeş birbirimize bakardık sonra acı bir sessizlik sarardı etrafı ve anlardık babamın tekrar evden kaçtığını. Ağzımızın tadı bozulduğunda günlerin nasıl geçtiğinin farkına varmazdık. Annem, pencerenin kenarındaki kanepeye oturup günlerce onu beklerdi. Onun yüzünden ülke olmayı becerememiş insanlardık biz. Aradan aylar geçerdi; kısa bir cümleyi tamamlayamamış gibi dikilirdi karşımızda, sanki hiç gitmemiş, bizi yormamış gibi kurulurdu masaya. Şizofreni hastasıydı babam tek kelime etsek bağırıp içine kapanırdı. O yüzden konuşamazdık.

On üç yaşımda çalışmaya başladım; açılır parantez koyduğum hayallerim, Bedir'in oğlu Hüseyin diye anılmaktan soyadımı unuttuğum zamanlarım ve çömelip bir köşeye ağladığım anlarım oldu. Annemin yüzündeki çizgileri saymaya başladıkça iki kent arasında eskimeye mahkûm olmuş tren rayları gibi paslandığımı fark ettim. Babama acıdıkça acıma duygusunun içimde bencilliğe bürünüşüne seyirci kaldım… İyileşmeyi reddeden bir adamın saklandığı yerleri bulmakla uğraştım yani çocukluğum onu aramakla geçti.

Bedir, aslına bakarsanız dışarıda insanlar için iyi bir adamdı. Kimsenin kalbini kırmaz kimseye hükmetmezdi. Kapıdan içeri adımını attığında başlardı sayıp sövmeye. Babaannem kardeşlerimi odasında toplayıp evde yaşananlardan onları sakınmaya çalışırdı. Heybetliydi. “Var oldukça asla ezilmeyiz” dediğimdi.

Öldüğünde Nisan yağmurları evimizden içeri damlamaya devam ediyordu. En küçüğümüz Mehmet, ekmek kabuğunu kemirip oturduğu yerde dünyanın boktan bir yer olduğunu hissetmiş gibi ağlıyordu. Babam, koca Bedir, günlerce konuşmadı ve bir gece bizi karşısına alıp artık gitmemeye kararlı olduğunu söyledi. Ona inanmıştık. Dedem fakirliğimize kiranın ağırlığı daha fazla yüklenmesin diye memleketimiz Malatya'daki arsayı satmış ve parasını anneme göndermişti. O yıllar çocukluğumun umut vaat eden tek olayı buydu.

***

Hastalığının boyutu zamanla onu da bizi de yok etmeye başlayacaktı. Annemin tüm uyarılarına rağmen kül tablalarına tükürecek; çıplak ayaklarıyla mahallede gezecek ve yaşadığımız yeri barınamayacağımız bir hale getirecekti. İnsanların kendisini takip ettiğini düşünüp dışarıya çıkamayacaktı. Kimseyle iletişime geçmeyecekti. Şizofreni, babamla birlikte hepimize zarar verecekti ve verdi de...

Atakları uykuya çekildiğinde bir gece çıkıp gitti evden. Yine gelir dedik. Mutlaka gelir sonra hiçbir şey olmamış gibi davranıp oturur masanın başköşesine. Susarız; konuşanı dövmesin diye. Yedi kardeş bağdaş kurup iyileştiğini hayal ederiz. “Yüzüne gülmeyen hayatın acısını bizden çıkarıyor ancak iyi insandır babam” deriz. Şanssızlığına içleniriz.

Günler geçti aradan. Annem dedemden gelen paranın sakladığı yerde olmadığını fark etti. Yığıldığı zeminde dişlerini sıktıkça sıktı lakin ağlamadı. Güçlü kadındı. Babama duyduğu öfke zamanla meraka dönüşecekti.

Haydi, Abbas vakit tamam akşam diyordun işte oldu akşam” derken Cahit, bir meyhanede içtikçe içmiş babam. Dükkân kiralayıp iş yapacağız diyerek onu kandıran ve elindeki tüm parayı alıp kayıplara karışan arkadaşına söverek devirmiş kadehleri. Kaldığı barakaya vardığında zil zurna sarhoşmuş, uzanmış yatağa ve derin bir uykuya dalmış..."

***

Şizofreni yakasına yapışmadan önce sıcacıktık. Çayı çok severdi ama en çok annemin elinden içerdi. Bayramlarda baklava açardı annem yalnızca babama özel. Eskidi mi ayakkabılarımız ne yapar ne eder parayı denkleştirip gider bir yenisini alırdı babam, Ali amcanın ayakkabı dükkânından ve sonra o ifade belirirdi yüzünde, bana bayramları sevdiren ifade...

Gülümserdi.

İleride çocuğum olursa babamın ismini koyacağım ona derdim, öfkeli olduğu anlarda bile gözlerindeki yorgunluğu gizleyemeyen babamın adını...

Öyle çok aradım ki onu. Annemin pencere kenarında beklerken hızla yaşlanmasına ve Mehmet'in oyun oynadığı sokakta öylece donakalıp gözlerini sokağın başından dakikalarca ayırmayışına tanık oldum. Günün birinde geleceğini umdum hep. Ev sahibinin arsız gayeleri uğruna bizi derme çatma evimizden dışarı atmasına bile göz yumdum. Tespih taneleri gibi dağıldık. Akrabaların istenmeyen misafiri olduk ve tüm bunlar yaşanırken sen, nedense dönmedin.

Kırkıncı gün bizim köşedeki bakkalı aramışlar çırak da apar topar indirip ekmek teknesinin kepenklerini çalmış kaldığımız yerin kapısını. “Karakol...” deyivermiş yalnızca.

İşte o haberi alınca burada buldum kendimi. Burnumu dirseğimle kapayıp o soğuk ve kötü kokan yerde uzun uzun baktım sana. On dört yaşımdaydım. Daha fazla dayanamayıp duvar köşesine çömelip, sırtımı duvara dayayıp kusana kadar ağladım.

Kırk gün önce o barakada sobadan zehirlenip yaşamını yitirmişti babam. Günlerce morgta bekletilmişti. Ölümü haber değeri taşımamıştı anlaşılan(!)

Evden çıktığında bir şey unuttuğunu fark ederek duraklasaydı keşke diye iç geçirdiğim bir özlemdir şimdi, Bedir Yılmaz.          

(Bu anlatı gerçek bir hikâyeden uyarlanmıştır)


Etiketler:
İstihdam