03/04/2017 | Yazar: Beren Azizi

Uğur Dündar ‘varlığı öteden beri bilinen’ diyerek programa başlıyor...

TRT arşivlerinin bir kısmını açtı malumumuz.

Bu arşivlerin içinde bir darbe dönemi (12 Eylül 1980 ile 24 Kasım 1983) programı olan Uğur Dündar’ın hazırlayıp sunduğu Günlerin Getirdiği programı da var. Bülent Ersoy’un 1980’de başlayıp 8 yıl sürecek olan sahne yasağının hemen ardından, 1981 yılında yayın hayatına başlayan bu program gene aynı yıl yayın hayatını noktalıyor. Bu haber programının 9. bölümü “cinsiyet değiştirme” konusuna ayrılmış. Türkiye Cumhuriyeti’nde 80 darbesi özelinde LGBTİ+ fobik bilimsel cinsiyetçi ve faşist cunta söyleminin (Discourse, Foucault) kültür örneği nedir deseler bu programdır diyebiliriz.

“Ciddi” siyaset ve sanat konuşmalarında, sohbetlerinde Türkiye’nin hafızasızlığından çok yakınılır, unutkanlığından dem vurulur. Bu yakınmalar sürerken de “eski defterleri” açmak ya da “ölülerin arkasından konuşmak” türlü türlü gerekçelerle pek hoş görülmez. İşte böyle bir “entelektüel” paradoksu içerir bu hafızasızlık eleştirisi bir yandan da. Bunu kırmak için “ölülerin arkasından” konuşmayacak mıyız yoksa hafızasızlığa karşı kalifiye hatırlatmalarda mı bulunacağız? Ben ikinci yöntemi tercih ediyorum.

Şimdi bolca ölülerin ve “büyüklerin” arkasından konuşacağım bu programı yazımın merkezine alarak.

Önce Yıldırım Aktuna ile başlamak istiyorum.

1930 doğumlu, tabip yarbay, nöropsikiyatri uzmanı, 1979 ve 1988 yılları arası Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi başhekimi… Ne ironik ki “doktorluğu” bırakıp siyasete atıldığı 30 Aralık 1988 yılı ANAP hükümetinin önce Bülent Ersoy’un sahne yasağını kaldırdığı ardından da yeni Medeni Kanun’da “doğumdan sonra cinsiyetin değiştirilmesine” fırsat veren maddenin yürürlüğe girdiği yıla denk geliyor.

88 yılında meclisin Kenan Evren’in açılış konuşmasıyla başladığını ve devamındaki zamanlarda ANAP’lı vekillerin konuşmaları SHP’li vekillerce “işkence… işkence…” diye göze çarpar çoklukta kesildiğini, 88 yılının muhalefetinin öncelikli konularından birinin “işkence” olduğunu ve özelde de siyasi tutsaklara yapılan işkenceler olduğunu bilmeyenimiz yok. Vekiller son derece çıplak şekilde işkence yöntemlerini meclis konuşmalarında açıklarken, ANAP’ın “insan hakları” ve “medeniyet” söylemlerini bu yolla boşa düşürmeye çalışırlar.

İşte Yıldırım Aktuna 88 yılında ANAP’ın en dişli muhalefet partisi “merkez solun” temsilcisi Sosyal Demokrat Halkçı Parti’den siyasete atılmış bir isim. Sonra da sağ partilerine kayarak Doğru Yol ve Demokrat Türkiye Partisi gibi partilerle yoluna devam etmiş, en sonra ölmeden önce LDP ile siyasi “kariyerini” noktalamış bir isim. SHP kendisine bir belediye başkanlığı (Bakırköy), Doğru Yol Partisi ise iki kere Türkiye Cumhuriyeti Sağlık Bakanlığı getirmiştir. Sağlı sollu zamanında “sevilen” bir isimdir.

Bahsettiğim Günlerin Getirdiği isimli programın 9. bölümünde Uğur Dündar “varlığı öteden beri bilinen” diyerek programa başlıyor ve aslında kendini ele verir şekilde bilinmekle-görünmenin siyaseten ayrışmasını yapıyor. Evet, LGBTİ+’lar adı LGBTİ+ olmasa da varlığı öteden beri bilinenlerdir; ama buna karşın LGBTİ+ siyaseti görünürlük siyasetidir. Dündar açılış konuşmasının devamında “…ancak son yıllarda giderek belirgin bir görünüm kazanan bir konuyu ele almak istiyoruz.” diyor. Darbe öncesi Türkiye’den bahsederken LGBTİ+ görünürlüğünü merkeze alan tarih çalışmaları yok denecek kadar azdır ve meselenin ekonomi-politik yani (24 Ocak kararları ve neoliberal dönem) öne çıkarılır. Halbuki 68 kuşağını es geçtiği iddia edilen 60’ların cinsel devrimci evrensel politikasının Türkiye’yi o kadar da es geçemediğini gösterir 60’lı ve 70’li yıllarda artan görünürlükler. Şehir belli ki çarpışmaların yaşandığı alanlara dönüşmüş ve buna paralel olarak şehirlerin rantlaşması “kadın kılığında erkeklerin tuhaf görünürlüklerinin artmasıyla” paralel. Zira artan hiçbir şey yok, görünen bir şeyler vardı. Bu da şehirlerin ranta açılmasından ve tabii ki tarihsel fobiden azade açıklanamaz.

Doktorların, bilim adamlarının[sic] ve hukukçuların görüşünün programın bilimsel yani meşru zemini olduğu ve olacağı gene Dündar tarafından ilan edilip bazı röportajlara geçiliyor. (Röportajlar LGBTİ+ bireylerle yapılmış röportajlar ve mevzunun bu kısmı başka bir eleştirinin meselesi olduğu için nesneleştirilmiş LGBTİ+ bireylerin sözüyle bu yazı özelinde ilgilenmeyeceğim.)

İlk olarak Yıldırım Aktuna’nın konuşması var programda. Öncelikle kendince “bilimsel” bilgileri veriyor. Aslında bunun eleştirisini bilim insanlarına bırakmak gerekir. Zaten evrensel bilimsel paradigma bu gibi “bilimsel” iddiaları son derece sistematik ve bilimsel verilerle çoktan çürüttü. Benim Aktuna’nın konuşmasında asıl ilgilenmek istediğim bir doktorun doğru ya da yanlış tıbbi ifadelerini aşan bilimsel faşizme kayan dışlayıcı ifadeleridir. Uğur Dündar’ın sürekli “son yıllarda ülkemizde görülen…” diyerek manipülasyonları ve yönlendirmeleri ile Aktuna tıp doktorunun beyanlarını aşarak popülizme geçmektedir. Aktuna kendince “kadınımsı eşcinselliğin” nedenlerini sayarak “özellikle kadınımsı eşcinsel oluşuyla ve bu tarafını öne sürmek suretiyle birtakım yerlerde MESLEK VE İŞ SAHİBİ OLABİLMİŞ; özellikle eğlence yerlerinde, gazinolarda İŞ SAHİBİ olabilmiş ve bu yolla da bol para kazanabilmiş, hatta belki büyük üne dahi kavuşabilmiş olan kişilerin de bu kişiler (eşcinsel olma riski bulunanlar) üzerinde olumsuz etkilerini de vurgulamak isterim” der.

Bu konuşmanın hemen ardından bir gazino patronunun konuşmasının fonu olarak muhtemelen o hep bahsedilen saçları kazıtma hikayesinin mağduru LGBTİ+ bireylerini görürüz bir fotoğrafa sağa pan yapan kameradan. Başları öne eğik bir şekildedir hepsi. Hepsinin saçı aynı şekilde traşlanmış, sıraya dizilmişler ve başları öne eğik şekilde bekliyorlar. Kiminin yüzünü seçebiliyoruz, kimi başını o kadar öne eğmiş ki yüzünü göremiyoruz.

SAHNELERDE ÖZLENEN OPERASYON belli ki şehirde özlenen operasyona dönüşmüş. (SAHNELERDE ÖZLENEN OPERASYON, İstanbul Valisi Nevzat Ayaz’ın genelgesinden sonra SES dergisinin mevzuyu fobik bir şekilde duyururken seçtiği yazısının başlığıdır.)

Aktuna’nın ardından Kadın Hastalıkları ve Doğum Mütehassısı Dr. Füruzan Selcen konuşmaya başlıyor. Kendince eksik ve yanlış tıbbi bilgileri ile trans kadınların  “kadın olduktan” sonra mutlu olamayacaklarını, pişman olacaklarını ifade eder ki bu spekülatif “bilimsel” bilgi aktarımı kısmıyla ilgilenmiyorum, sonrasında da gene tıpkı Aktuna da olduğu gibi hekimlik vasfını aşarak yer yer bir aile babası, yer yer bir sosyolog, yer yer bir ahlak felsefecisi, yer yer de hukukçu vasfı varmışçasına trans kadınların cemiyette de iyi karşılanmadığını, nefretle karşılanan hususlar olduğunu, “bunların” hem yasak olduğunu hem ayıp kabul edildiğini söyler. Sonra da kendini gerçekleştirmeyecek bir kehanette bulunur: “Bu hiçbir zaman olumlu karşılanmaz.”

Uğur Dündar gene tatmin olmayarak bu tür kişilerin bar, pavyon, HATTA genelevlerde ÇALIŞMA İMKANI bulmalarına getirir lafı. Bu noktada tarihi açıdan önemli olan bir beyanı var Selcen’in. Selcen, ameliyat olan iki trans kadının mahkemeye ameliyat raporu sunarak kadınlık ilamı aldıklarından söz ediyor. (1981 yılı veya öncesi) Yani 88 yılı öncesinde, Medeni Kanun’da yasal hak olarak atanmış resmi cinsiyet ibaresinin değiştirilme pratiğinin defacto olarak gerçekleştiğinden söz ediyor. Bu zaten gerek hukuki gerekse sözlü tarih çalışmalarında karşımıza çıkan, bilinen bir tarihi olguydu. Pratikte aslında hiçbir zaman yasak olmayan bir durum ve pratik çıkarımı yapabiliriz bu bilgilerden.

İlginç olan ise, 80 darbesi sonrası cinsiyet ibaresinin resmen değiştirilmesinin gene defacto yasaklanmasıdır. Hatta bu durum 88 yılı meclis tutanaklarında da kanunun açıklamasında da geçer. Yargıtay’la bu işin gerçekleşemediğini ve bir kanuna ihtiyaç duyulduğundan doğru böyle bir eklemenin yeni Medeni Kanun’a şart olduğu vurgulanır. Yargıtay’a hepimizin bildiği gibi Bülent Ersoy davası taşınmıştır ve birkaç defa reddedilmiştir. Yani darbe öncesinde defacto olarak yerel mahkemelerce verilen kadınlık ilamı artık titiz bir şekilde denetlenip verilemez olmuş görünüyor. Dolayısıyla 80 ve 88 yılları arası bir etki ve bu etkiye paralel trans hakları özelinde de bir tepki yaratmıştır. O tepkinin hukuki somut kazanımı da Medeni Kanun’da Özal Hükümeti’nin son derece önemli ve tarihi anlamda başarılı eklemesiyle resmen doğumdan sonra cinsiyet ibaresinin kimlikte değiştirilebilir olmasıdır. Kısaca 60’lı ve 70’li yıllardaki artan trans görünürlüğü 80-88 yılları arası birçok sebeple açıklanacak darbe hükümeti nefreti ve tepkisi ile karşılaşmış ve sonrasında da demokratik yollarla seçilen bir hükümet tarafından ilk somut kazanımını elde etmiştir. Görünürlük önce nefret sonra da çok ciddi bir kazanımla sonuçlanmıştır. 80 darbesi yerel mahkemelerdeki hakimlerin yavaş yavaş defacto uygulamalarını kısıtlamış ve Bülent Ersoy davası olarak bildiğimiz dava da Yargıtay’ı kesin olarak “değiştirmiyoruz” demeye sabitlemiştir. Darbe sonrası Türkiye’nin kabul edelim etmeyelim askeri-bürokrat darbe destekçisi hukukçu kitlesine karşı önemli demokratik başarılarından biri tabandan bir taleple gerçekleştirilen Medeni Kanun’a eklenen bu maddedir.

Dolayısıyla bugün LGBTİ+ hareketinin sıklıkla 80’lere bakması tesadüf değildir kendi motivasyonlarını kurgularken.

Devam edersem, Selcen konuşmasının devamında bu iki “kadınlık ilamı” almış kadın hakkında kendisine bazı makamlarca bu iki kadının genelevde çalışmasının mümkün olup olmadığının sorulduğunu ve kendisinin bu iki kadının genelevde ÇALIŞMASININ MÜMKÜN OLMADIĞINI bildirdiğini belirtir. Bu kararı hem o dönemde hem de şu an bilimsel olarak temellendirilemez bir karardır ve bu karar, hekimlik vasfının aşılıp bilimsel cinsiyetçilik ve faşizm ile çalışma hakkı gaspıdır.

Bu programda Uğur Dündar, 12 Eylül’den önce “bu önlemler” (sahne yasakları) alınmadan önce bar, pavyon, gazino gibi yerlerde çalışan kadınların yüzde kaçının “kadınımsı erkek” olduğunu açık açık merak edip bir LGBTİ+ bireyine açık açık 12 Eylül’den önce bu önlemler alınmadan yüzde kaçı böyleydi gibi bir soru sorar.

Programda Prof. Dr. Ali Nihat Mındıkoğlu da konuşmaktadır; ama kendisi yukarıdaki üç isimden farklı olarak başka bir başlıkta incelenmeli diye düşünmekteyim.

Programın akademisyen olarak son konuğu Köksal Bayraktar ise mesleği gereği meseleye hukukla girerek Türk Ceza Kanunu’nun 471. maddesi ile girer. Madde “Irkın Tümlüğü Aleyhine İşlenen Cürümler” başlığı altında inceleniyor. Konunun nereye bağlanacağını tahmin edebiliriz. Bayraktar, bir kimsenin çocuk yapma kabiliyetini (?) ortadan kaldırmasının suç olarak tanımlandığını hatırlatır. Sonrasında da bu gibi fiillere vücudu üzerinde rızasıyla izin veren kişilerin fiilinin de suç olarak tanımlandığını ekler.

Bayraktar’ın, hekimin ameliyatının objektif kıstasının insanı sağlığına kavuşturmak olduğunu belirtir. Yani bir hekimin ameliyatının hukuki açıdan legal olması için objektif kıstasa sahip olması gerekir der. Yapılan herhangi bir ameliyatın insanın bedeni ve akli mukavemetini azaltacak herhangi bir şey yapamayacağını belirtir. Dolayısıyla hekimin şifa sunmak dışında müdahalesi legal değildir der.

Bayraktar devamında konuyu bu iki başlıklı (TCK Madde 471 ve hekimin ameliyatının legalliği) açıklaması sonrası, tüm hukuk insanı vasfını kaybederek tıp hekimi vasfıyla konuşmaya başlar ve “Bu ameliyatlar şifa sunmak için mi yoksa değil mi?” sorusunu önce sorar sonra da bir hekimmişçesine yanıtlar. Yanıtlarken komplikasyonlardan, insanın vücudunda ameliyat sonrası kemik değişiklilerinden vs. söz eder. İstatistikler bunu göstermiştir diyerek kişilerin ameliyat sonrası intihar ettiğini belirtir. Bayraktar, bir doktor olmadığı halde hukukçu olarak objektif bir şekilde kanunları hatırlatmayı yeterli görmemiş ki bir doktor gibi neredeyse ameliyatlar şifalı değildir der. İşte tipik Türkiye’deki aydın sorunlarımızdan biri de budur. Bilim insanının siyasileşerek veya özel sebeplerle hem son derece objektif okulda öğrendiği kendi bilgilerini hem de aslında hiç bilmediği başka bilimlerin bilgilerini kullanarak siyasi gücün yararına çıkarımlar yapması akademilerin büyük sorunlarından biridir. Bayraktar’ın tam olarak yaptığı budur: Gerçekçi ve eğitimle edindiği hukuk bilgisiyle kendinde olmayan tıp bilgisini harmanlayarak dönemin darbe güçlerinin siyasi yasağını bilimselleştirmektedir.

Hatta Bayraktar, böyle bir ameliyatın yapılması durumda yapan hekimlerin “cezalandırılacağı” hususunda kendilerini bilgilendirip konuşmasını bitirir. Bu tehditvari açıklamasıyla Bayraktar, legallik ve meşruluk ayrıştırması yapıyor. Bir hekimin, kendi tıbbi bilimsel bilgileri ışığında trans bireye “şifa” sunmasının bilimsel olarak meşruluğunu tartışmaksızın yasallığını gündeme getirir. Bu ameliyatları kendi etiğinizde meşru görseniz dahi yasal değildir hatırlatmasını yapar. (Kanunu yazan biziz zihniyeti de hukukun doktrinden uzaklaşarak yasallaşmış meşruiyetsizlikler alanına dönüşmesine ne yazık ki sebep oluyor.)

Program açılışını yaptığı isimle kapanışını yapar. Yıldırım Aktuna, son derece zekice siyasi söylemlerini bir kenara bırakarak programın sonunda güncel bilimsel paradigmaya biraz olsun yakın bir açıklama yapmayı başarır: Böyle bir ameliyatın herkes için mecbur olmadığını ve doğru değerlendirmelerle ameliyat olan kişi sayısının azalacağı. Lakin yanıldığı ve siyasi söylemin sözcülüğünü yaptığı alan şudur ki; ameliyat oranları düştüğünde ekranda gördüğümüz bu tip ruhi bunalıma sürüklenmiş kişilerin yaratılmayacağı kanaatindeymiş. Ne demek istediği aslında çok muğlak bu aşamada. Uğur Dündar ise bu muğlaklığı fark ederek bu görece ameliyata fırsat açan beyanın “hiçbir erkek Hacettepe Üniversitesi’ndeki araştırmalara göre kadına dönüştürülmemiştir” diyerek ameliyata imkan tanıma halini sıfırlamaya girişir. Programın objektif olarak biraz olsun bilimselleştiği her anda Uğur Dündar demagojik ve popülist keskin müdahaleler yaparak programın darbecilerin bilimsel sözcüsü olma işlevinin bozulmasını engeller.

Toparlarsam bu program darbe hükümetinin evrensel olarak son derece ciddi bir suç sayılan cinsel yönelim ve cinsiyet kimliği temelli nefret suçlarını (çalışma hakkının gaspı, işkence, yerinden etme, kötü muamele, sürgüne mecbur etme vb.) meşrulaştırmıştır. Türkiye Cumhuriyet 1980 darbesinin LGBTİ+ bireylere karşı uyguladığı haksız ve suç teşkil eden eylemlerinin bilimsel olarak desteklenmesinin kültür örneğidir bu program. Bilim insanları ve akademisyenler bilim insanı olma ve akademisyen olma vasfını kaybederek sistematik-bilimsel bilgi paylaşımı yerine bilimsel olmayan kişisel çıkarımlarını bilimsel söylemmiş gibi yansıtmışlardır. Umarız ki yeni akademik çalışmalarla çok daha derinlemesine darbe dönemi LGBTİ+ hak ihlalleri incelenecektir.

Bu uzun yazımı Kenan Evren’in yargılanma ihtimalinin doğduğu yıllarda Türkiye’nin ta kendisi olan Bülent Ersoy’un sözleriyle bitirmek istiyorum:

…Kenan Evren’e hakkımı helal etmiyorum, çünkü ben hak etmedim. Bir şeyin hesabını vereceksem onu ben yukarıdakine, en büyük yönetmene vereceğim zamanı geldiğine. Sen KİM OLUYORSUN DA beni hesaba koyuyorsun? Ve hiçbir kanun hükmünde var olmayan cezayı bana kesiyorsun. Yok böyle bir şey! O ölecek Allah gecinden versin; ama öldüğü vakit dahi hakkımı helal etmeyeceğim ona. Diyorum şu anda bilmiyorum o anda ne yaparım? Biraz da yufka yürekliyim. Geçenlerde çok bitik bir halini gördüm, üzüldüm. Sonra dedim ki içimden, ikinci Bülent, “Sus!”, “Sekiz sene sen.. oturduğun koltuklar çöktü. Aynı yere oturmaktan, o sana acıdı mı?” dedim ama… BENİM ÖMRÜMDEN SEKİZ SENEMİ BİR DAHA GERİ VEREBİLECEKLER Mİ? GENÇLİĞİMİN EN GÜZEL YILLARI GİTTİ! OTURDUĞUM KOLTUK ÇÖKTÜ YA… Daha ne olsun kardeşim? Daha ne olsun? (Kaynak: https://www.youtube.com/watch?v=q6tBINp_lLc )

BEN VE BENİM GİBİ! Yalnız ben değil! BEN VE BENİM GİBİ herkesin, hakkı yenilmiş herkesin efendim bir yerde gönlü. (Kenan Evren’in yargılanma dönemi) Ölse hakkımı helal etmem.

(Kaynak:  https://www.youtube.com/watch?v=FIy0uDD9j94 )

Not: 9 Mayıs 2015 tarihinde Kenan Evren’in ölümü sonrası, Bülent Ersoy Evren’e hakkını hiç düşünmeden helal etmediğini açıkladı. Özal’a ise rahmet diledi. (Kaynak: https://www.youtube.com/watch?v=1zj_eonG97E )

Not: Yazının konusu Günlerin Getirdiği programının ilgili bölümüne http://www.trtarsiv.com/izle/75698/gunlerin-getirdigi-9-bolum linkinden ulaşabilirsiniz. 


Etiketler:
nefret