21/01/2016 | Yazar: Ali Ersen Erol

İki haftadır uğraştığım yazının özeti şudur: Daha önceki dönemlerde hiç öğrencilerime açılmadım. Fakat bu dönem -kendimce risk aldığımı sanarak- açılmaya karar verdim.

Birkaç haftadır yazmaya çalıştığım bir yazı var. Fakat ilk bir kaç cümleden sonrası gelmiyor. Her defasında, yazmaya başladıktan sonra ya sildim, ya kapattım ve yeniden başına oturduktan sonra sildim. Ya yazının bir anlam ifade etmeyeceğinden korkuyorum; ya doğru kelimeleri seçememekten ve kelimelerin arkasındaki niyetin kaybolup demek istemediğim anlamdan uzaklaşmasından; ya bir akademisyen olarak devletin anti-entelektüel ivmesine dair bir yorum yapmak ve diğer akademisyenlerle her defasında dayanışmamı dile getirmek daha önemli geliyor; ya da odaklanılması gereken en önemli meselenin faşizmin nasıl yayıldığını açıklamaya çalışmak ve buna karşı yapılabilecek  şeylerin ne olduğunu düşünmek olduğundan kendimi alıkoyamıyorum. İçinde bulunduğumuz bağlam böylesine yaralı iken, bu derece kan akarken, tehdit edilen akademisyenlerin arasında arkadaşlarım da varken başka hiç bir şey daha önemli olamazmış ve vaktimi harcamaya değmezmiş gibi geliyor.

Fakat bu şüphelerin gölgesinde, yazmak istediğim yazıya ve aklımdaki anlam bütünlüğünü isabetli bir şekilde ifade edebilmeye bir şans daha tanımak istiyorum.

İki haftadır uğraştığım yazının özeti şudur: Daha önceki dönemlerde hiç öğrencilerime açılmadım. Fakat bu dönem -kendimce risk aldığımı sanarak- açılmaya karar verdim. Bu benim için çok şeyi değiştirdi. Şu ana kadar öğrencilerimin de diğer dönemlerle karşılaştırıldığında daha rahat olduklarını hissediyorum. Sınıf önünde açılmanın pedagojik değeri var gibi geliyor, özellikle cinsiyet ve cinsellik üzerine ders verdiğim zaman. Bunun olası sebepleri üzerine düşünceler.

Bugüne kadar öğrencilere açılmamış olmamın birkaç sebebi var. Bu sebeplerden biri ve belki de en derinden geleni, yetiştiğim ortam içerisindeki homofobi ve transfobi ve benim bir türlü bunların kendi ruhum üzerindeki iz düşümlerini aşamamış olmam. Bu da, tabii, ne zaman birine açılacak olsam, kendisini gereksiz ve yersiz bir risk algısı ile beni baş başa bırakıyor. Bu risk algısı da, zaten, bu iz düşümlerinin ‘insanlar ne düşünür’ gibi gayet saçma ama kendimi geçmiş utandırmaların ve ayıplamaların düşünce döngüsü içine kaptırdığım zaman o an içerisinde o kadar da gerçek gözükebilen bir gölgesi. Çünkü neticede, A.B.D. gibi LGBT haklarının böylesine rahat tartışıldığı bir ülkede, Washington DC gibi LGBT hayatının on yıllardır yaygın olarak yaşandığı ve hatta ‘gey şehir’ olarak anılan bir yerinde, American University gibi LGBT haklarının belki de bu şehirde en çok konuşulduğu ve kampüs hayatının bir parçası olduğu bir üniversitede, 19-20 yaşında olan nesildeki öğrencilerime ‘ırk, sınıf, cinsiyet ve cinsellik’ dersimde açılmanın hiç bir gerçek riski yok.

Bununla beraber, kendimi ikisi ile de tanımlamama rağmen, hiç uğraşmadan hem hetero hem de cis olarak kolaylıkla algılanmam, bu algının arkasına sığınabilmemde yardımcı oluyor. Neticede ailemden bahsettiğim zaman öğrencilerimin yapacakları varsayımların farkındayım. Fakat bu varsayımların aksine giderek kendimi ortaya koymak yerine, sorgulanmadan geçmesini defalarca tercih ettim. Yukarıda bahsettiğim iz düşümüne ek olarak, bunun başka bir nedeni dersin benim hakkımda değil, teoriler ve okumalar hakkında olması gerektiğine olan inancımdı. Yani, beni boş verin, önemli olan bakın buradaki fikirler, gelin onları konuşalım diye düşünürdüm ve dersleri öyle geçirmeye çalışırdım. Tabii saçmalık. İstatistik öğretmiyorum ki. Araştırdığım ve öğrettiğim şeylere duyduğum ilgi bireysel ve bu bireysel tutku zaten araştırmamı itekliyor, derslerime severek hazırlanmamda yardımcı oluyor.

Bu dönem başı beni öğrencilerime açılmaya iten ya da açılmak konusunda daha sakinleştiren, gerçeklik/aslına uygunluk/sahicilik—yani hissettiğim her ne ise ona dürüst olmak, insanın kendisine dürüst/gerçek/doğru olabilmesi—ve bu anlam bütünlüğünün varoluşsal angst ve sistematik baskıya direniş ile ilişkisi hakkındaki düşüncelerim (akademik araştırmalarımın bu konuda olmasının sağladığı kolaylık ile beraber) üzerine yakın çevremle ve benzer araştırma yapan arkadaşlarımla yaptığım uzunca muhabbetler. Bu düşüncelerden ve muhabbetlerden çıkarımım, her hangi bir gerçeklik ya da insanın kendisine doğru/dürüst olabilme hissiyatının aslında bir yanılsama olduğu. Ya da, ünlü drag sanatçısı RuPaul’un dediği gibi, "hepimiz çıplak doğuyoruz ve gerisi drag"—derslerim için giyindiklerim de drag, dışarı çıkarken giyindiklerim de, pijamam da. Zaten etrafımızda gördüğümüz farklı sunuş ve performanslardan parçalar alarak üzerimize kesip yapıştırmaktan başka ne yapabiliriz? Bu kes-yapıştır kombinasyonlarının bazıları normatif, bazıları ise anti-normatif oluyor. Ama onun dışında insanın kendi gerçekliği gibi bir olgunun var saydığı iki yanlışlık var: Birincisi insanın ‘kendisi’ gibi yakalayabileceği ve sabit bir kişiliğin varlığı, ikincisi de bu varlığa doğru veya dürüst olunabilecek yine sabit ve bağlama göre değişmeyen, tecrübeden uzak bir gerçekliğin/özün var olduğu. İkisinin de doğru olmadığını, insanların kendilerini ‘keşif’ etmediğini, aksine kimliklerinin ve tecrübelerinin ne demek olduğunu bağlamları çerçevesinde yazdıkları hikayeler ile anlamlandırdıklarını bugüne kadar yapılan araştırmalardan ve bu konudaki literatürden de biliyoruz. O yüzden insanın kendisini nasıl gösterdiği, kendisi ve bağlamı hakkında tecrübeleri ışığında yazdığı (veya toplumsal konumuna göre ona dayatılan) hikayelerin ve anlam bütünün nasıl şekillendiğine bağlı. Bunun akabinde gelen düşünce şudur ki, zaten kendimi bir şekilde ama normatif sınırlar içerisinde sunuyorum. Ama bu durumda kendimi nasıl sunduğum ve nasıl sunmak istediğim, kimliğim, görüşlerim arasında çelişki var. Böyle bir bilişsel uyumsuzluk köşesine kendimi ittikten sonra, düşüncelerimi değiştirmeyeceğime göre, kendimi nasıl sunduğumu değiştirmem, zaten önümdeki en mantıklı yoldu.

Bunun sonucunda, bu dönem farklı yaptığım şey ilk ders bir ilan-ı kimlikten ziyade, bu dersi beni kişisel olarak nasıl etkilediği, bu dersin içeriğine duygusal olarak nasıl bağlı olduğum ve o güne kadar yaşadığım tecrübelerin dersin içeriğini nasıl şekillendirdiğini anlatarak, görünüşümün bir kısmı ile sunduğum normatif algısını (kızıl/mor boyalı saçım ve dövmelerim hariç) bir derece olsun delmek oldu. Biliyorum bazı hocalar daha direk bir strateji seçiyorlar. Fakat ayağımı yavaş yavaş suya sokmamdaki sebep, yukarıdaki tüm anlattıklarıma ek olarak, var olan kimlik kutuların hiç birinde kendimi rahat hissedemem ve açılacaksam da ne olarak açılacağımdan emin olamam. Bu yüzden kendimi anti-normativite performansı ile ilişkilendirmek benim için daha uygun bir strateji.

Peki, yaptım ve yapıyorum da ne oldu, ne fark etti? Böylesine hafifçe, inceden ve sadece bir karşı konum tanımlayarak yapılan bir açılmanın her hangi bir şeyi değiştirmiş olabileceğini düşünmek güç. Fakat bunun farkını şöyle bir örnekle anlatayım. Geçen dönemlerde dersimde olan bir öğrencim ile bu dönem başı kahve üzeri yaptığımız muhabbet sırasında şöyle bir şey dedi: ‘bazen öğrencilerin gözünü korkutuyorsun.’ İlk başta içimden hadi canım diye geçirdim. Neticede hiç başka bir şey yapmadan sadece akademide kaldığım için öğrencilerimin çoğu ile aynı nesildeyim, derslerde sık sık (çoğu zaman bazen kimse gülmese de) popüler kültür referansları yapıyorum, ne bileyim, bölümdeki çoğu hocanın aksine kotla derse giriyorum, ofis saatlerimde kapım hep açık, vs—kendi aklımda öğrencilerin rahatça konuşabilecekleri bir hocayım. Başka öğrencilerden bunu doğrulayan şeyler duysam da, belki de aklımdaki kadar değilim diye düşündüm. Öğrencime ‘nasıl?’ diye sordum, dedi ki: ‘zaten derste hiç gülümsemiyorsun, ama bazen derse girdiğin zaman yüzün ciddi asık ve sinirli oluyor. Sonra bir şey demeden okumalara ve derse giriyorsun. Böyle olduğunda bazen birbirimize bakıp ‘ooo Prof. Erol bugün sinirli’ derdik’ diye devam etti. Evet. Bazen ters kalkıyorum, evde bir şey oluyor, kötü bir haber almış oluyorum, trafikte aksi şeyler oluyor, öyle ya da böyle derse sinirli girdiğimi hatırlıyorum. Fakat bunun öğrenciler üzerinde bir etkisi olduğunu ve etkinin bu derece hissedildiğini bilmiyordum. Bunun açılma ile ilgisi ilk başta yokmuş gibi gözükebilir, fakat şöyle açıklayayım: kişisel hayat ve iş hayatı arasında olması gerektiğine inandığımız çizgi, gayet geç-modernitenin getirdiği neoliberal özneliğin bizlerden beklediği bir şey. İşin ve insan değerinin küresel kapitalizme uyan üretkenliklerle özdeşleştiği ve üretkenliği kısan her türlü hissiyatın iş sahası dışında kalması gerektiği efsanesi, hepimizin üzerinde kara bir bulut gibi dolaşıyor. Benzer bir şekilde, ‘kişisel hayatım’ olarak tanımladığım toplumsal cinsiyet ve cinsellik kimliğimi derse taşımak, ders ortamında sorgulamak da bu iki ayrı olması gereken mekan arasındaki çizginin bulanmasına yardımcı oluyor. İşte bu bulanma noktasını normativiteyi tahrip edici bir performansa çevirmiş olmak, benim derse daha da bağlanmamı, kendimi daha da vermemi sağladı. Bunun şimdiye kadar öğrenciler üzerinde etkisini belirlemek için henüz erken. Ama tahmin ediyorum ki bütün bunlar, derse katılımın nitelik ve nicelik olarak artması olarak geri dönecek. Öğrenci algısı üzerine okuduğum araştırmaların hemen hemen hepsinde öğrencilere dersi sevdiren en önemli faktörlerden birinin, öğretim üyesinin ders hakkında ne kadar tutkulu ve heyecanlı olduğu idi. Dersin başında kendimi bu şekilde konumlandırmam ve dersle hikayem arasında kurduğum bağın bu konuda yardımcı olacağını ve öğrencileri de olumlu etkileyeceğini öngörüyorum.


Etiketler:
nefret