31/10/2016 | Yazar: Ozan Uğur

Sadece yazıp rahatlamak istiyorum. Birileri okusun istiyorum.

Özlemek ve vazgeçmek… Ne tuhaf bir tezat. Uzunca bir süredir sosyal medya hesaplarım üzerinden saçmalamalarım devam ediyordu. Birkaç gün ara da verdiydim hatta.

Ülkenin içinden geçtiği durumu sanki bir anda ortaya çıkmış gibi yorumlayanlardan tiksiniyorum. Sanki bu ülkede 93 yıldır (T.C.’den bahsediyorum. Tarihin tozlu raflarında duran, kanın ve nefretin destanını yazmış Osmanlı Devleti başka bir mesele) homofobi, transfobi, cinsiyetçilik, türcülük, heteroseksizm, doğa düşmanlığı, ırkçılık gibi birçok ayrımcılık çeşidi son 12 yıldır varmış gibi davranıyor olmanız mide bulandırıcı.

Aşkın her daim yasaklandığı, aşıkların tam kalplerinin ortasından vurulup yavaş yavaş ve acı çekerek ölmelerinin beklendiği bir dünyanın en kanlı coğrafyalarından birisinde yaşıyoruz. Ya da kedi çükünü görüp yara zannedermiş…

Neyse asıl mesele bu değil. Sadece “Cumhuriyet Bayramınızı kutlamak” istedim bu kısa girişle. Siyasete dokunmazsam olmuyor gibi.

Tamamen kendi sancılarımı yazacağım. Ne bencilce ama!

Uzunca bir süredir görmediğim dostlarımı ziyarete gittim, doğduğum şehre. Doğduğum ve öldüğüm şehir… Aşkımı geride bırakmaya karar verdiğim bir yolculuğun sonunda eve geldiğimde dizlerim ağrıyor. Ruhumun yanında dizlerimin ağrısı hiçbir şey. Buz gibi bir Ankara sabahında, üşüdüğüm için kendisine gönderip kurtulmayı düşündüğüm aşkımdan hatıra t-shirtün üstüne hediye ettiği hırkayı giyip depresif müzikler eşliğinde yazının başına geçiyorum.

Gelgitlerim, dengesiz hallerim ve ani kararlarımla mahvettiğim hayatımı sıkça düşünür oldum bugünlerde. Hiç bu kadar eskiye gitmemiştim. Bu bir iç hesaplaşma yazısı anlayacağınız.

 Keşke yıllar önce, liseye başladığımda sayısalcı olmayı tercih etseydim. “Devrimcilik” yaptığım lise yıllarımda aynı zamanda “iyi bir devrimci” olabilmek için inekleyebilir ve Tıp Fakültesi kazanabilirdim. Böylece çevremdeki herkes bugün daha mutlu olurdu.

Ailem çocuklarıyla “onur” duyardı. Bu sene doktor olurdum. “Dr. Ozan Uğur” kulağa hiç fena gelmiyor doğrusu. Antep Üniversitesi’nde tıp okuduğumu düşünsenize! Tanıyanlar bilir, aşkım da o üniversiteden mezun. Birlikte mezun olacağımız bu yıl belki de bambaşka bir hayata “hi” diyecektik birlikte. Hem tıp okusaydım bugün iyi bir maaşım olacaktı. Dostlarımın ve ailemin maddi sancılarını az da olsa dindirebilecektim belki.

Belkilere boğulduğum şu anlarda sonuç itibari ile “hayırlı evlat, iyi çalışan, prestijli bir meslek sahibi bir Ozan” gibi şeyler olamadım. En azından “iyi bir arkadaş” olduğumu düşünerek mastürbasyon yapabilirim gerçi hala.

Bu buhranlar bende doğuştan mı var bilmiyorum. Ama her zaman “değişime açık” birisi oldum. Değişime açık dediysem bildiğiniz dümdüz bir dengesizim. Çocukluğumdan bu yana 80 farklı meslek hayal edip sonunda “üniversite mezunu bile olamayan” bir web editörü oldum, alaylı bir muhabir. Muhabirlik, devrimciliğin şanındandır çünkü. Lise yıllarından kalan Metin Göktepe hayranlığının bir devamı da olabilir.

Bu arada yıllar evvel liseye başladığımda yabancı dil bölümünü seçtim. Sonra hangi akla hizmetse Arkeoloji okudum. Bir yıllık Antep Üniversitesi maceram bulunduğum siyasetle çok fazla sıkıntı yaşamamla son buldu. Antep’ten kaçtım. Hem de ne kaçış, taaa Kars’a. Burada 4 yıl Rus Dili ve Edebiyatı bölümünde can çekiştikten sonra Rusçaya olan hevesim de tahmin edebileceğiniz gibi kaçtı. Ankara’ya taşınmak hayalimi gerçekleştireyim dediğim süreçte sınava girdim. Bu arada bir buçuk yıllık sevgilim başkasına aşık olup beni terk etti. Al sana bunalımın şahı! Neyse, sonra hayalimin okulu DTCF… Rusçaya devam edip 2 yılda bitirmek gibi bir hedefim vardıysa da tercih sonucum bana Çağdaş Yunan Dili ve Edebiyatı’nı dayattı. Tabi bu süreçte onlarca can sıkıcı olay; hastalananlar, terk edenler, ölenler, öldürülenler…

Sonuçta okulda filan gözüm yokmuş ya da başladığım bir şeyi bitirmekle alakalı sıkıntılarım varmış. 6 yıllık üniversite öğrenciliğim kronikleştikçe kronikleşiyor. Liseden dönem arkadaşlarım yükseklerini bitirdi be!

Yazının başında “özlem” demiştim. Çocukluğuma dair özlediğim pek bir şey yok gibi. Daha doğrusu çok mutlu eden ya da travmalar yaşatan bir şey yok. Ya da hatırlamak istemiyorum, kayıtları sildim. Bilmiyorum. Sadece bir defasında “dünyanın en şımarık çocuğu” olup çocuklar için yapılan lezzetli diş macununu bana almadıkları için aileme küsüp saklanmıştım. Evden kaçmış izlenimi vermek istiyordum. Halbuki almamış değillerdi. Alamamışlardı. Sen alt-orta sınıf bir ailenin çocuğusun, kendine gel! Ne diye üzdüm insanları bilmiyorum. Bu hareketimden sonra annem verdiğim bütün kararlarda kendisini cezalandırdığımı düşündü. Hatta bir dönem “ibneliğimi” bile buna bağlamıştı.

Neyse işte, bu kadar sancılı olarak özlediğim tek şey aşkım şu anda. Hatta dikkat ettiyseniz sayısal tercih etmemiş ve doktor olmamış olmamın pişmanlığını bile onunla aynı okulda okuyabilmek, daha erken tanımış ve bu sayede kaybetmemiş olmak üzerinden kuruyorum.

Eminim bu yazıyı okurken aşk acımdan, depresif hallerimden ne kadar sıkıldığını ve “hâlâ ona saplanıp kalmış” olmamdan tiksindiğini düşünen arkadaşlarım var. Tiksinin, ne yapayım?

Sadece yazıp rahatlamak istiyorum. Birileri okusun istiyorum. Tavırlarınızla, tepkilerinizle, sözlerinizle belirttiğiniz bu tiksinme hali beni hiç ilgilendirmiyor.

Özgür irademle mahvettiğim hayatımda, üzdüğüm onca insan da kusura bakmasın. Yapacak bir şey yok. İnsan geçmişi tekrar yaşayamıyor. Yaşayabilseydi belki de büyük birçoğunuzla tanışmamış olurdum. Hatta tanışmak istemediklerim de olurdu içinizde. (İki yüzlü) samimiyetiyle, (çıkarcı) aktivizmiyle, (mastürbatif) devrimciliğiyle tanışmak istemezdim bazı insanların.

Ne burnu havada bir şey olup çıktım, di mi? Velev ki öyle, velev ki bu samimi, aktivist, devrimci insanlar da (“İnsan”dan önce arkadaş yazmıştım ama sonra değiştirdim. Nedenini bir tahmin edin bakalım) benim hakkımda aynı şeyleri düşünüyor olsun. Meselem onlar değil zaten.

Dönüp dolaşıp geldiğim nokta ise (belki de bir vicdan aklama yöntemi olarak) hayırsız bir evlat, terkedilmiş bir platonik aşık, yetersiz bir çalışan oluşum ve hayatın bu gerçekleri yüzüme çarpması. Gazete ve TV’lerin kapatıldığı şu günlerde böyle riskli bir mesleği istemiş olmam da garip. Bu ülkede “en garanti” meslek olan doktorluğu tercih edebilirdim. Ama etmedim.

Şimdi yeni gelgitler yaşıyorum. Bir yanda aşkıma, ondan kalan bütün hatıraları bir poşete koyup göndermekle çöpe atmak arasındayım. Bir yanda intiharla sonsuza dek tanıdığım herkesin hayatından çıkıp gitmek ve öylece yaşamak arasında. Bir yanda özür dilemekle burnu havada olmak arasında. Diğer yanda ise bütün bu düşüncelerden kurtulup sanki bu sancıları ben çekmemişim gibi elimdekiyle yetinmek duruyor. Hatıralara bu kadar anlam yüklememek, bu depresif hal hiç olmamış gibi şen şakrak ve gamsız yaşamak…

Bunların hepsi bir ihtimal…

Neyse, birlik ve beraberliğe ihtiyaç duyduğumuz şu günlerde bana olan öfkenizi veya nefretinizi üzerime kusabilirsiniz. Hiç takmam, yüzüm kızarmaz. Ben özlemimi, vazgeçişlerimi ve sancılı aşkımı anlatmış olayım.


Etiketler:
nefret