20/12/2011 | Yazar: Selçuk Candansayar

Ankara Adliyesi içine aldıklarını daha dış kapısından başlayarak ezen, hiçleştiren ve teslim alan bir ‘saray’.

Türkiye’de adliye binalarının saray olarak adlandırılmaları sakil bir batı özentisi kalıntısı mıdır, kimin adaletinin korunduğunun kanıtı mıdır bilmiyorum. Mekan, özellikle de yapı mimarisi, içine aldığı insanlarda çeşitli etkiler yaratır. Bu etki o yapının da varlık nedenidir. Yapı ruhu dönüştürür ve kendi boyunduruğu altına alabilir. 

Hopa davasından birkaç gün önce gitmek zorunda kaldığım Ankara Adliyesi, binanın mimarisi, girişi, koridorları, yön tabelalarıyla, adalet arayanları daha giriş kapısından başlayarak ezen, bunaltan, güçsüzleştiren ve teslim alan bir özellikte tasarlanmış. Bu tasarımın tam da böyle olsun diye bilinçli olarak yapıldığını düşünmüyorum. Ama galiba asıl mesele binayı tasarlayanlar ve şimdiki haline getirenlerin kendileri ayırtına bile varmadan adaleti sıradan insan için, ulaşılamaz ve ‘şeriatın kestiği parmağa’ razı olacak hale getirmiş olmaları.

Derdim siyasi davalar için yaratılacak etki değil. Siyasi davaların adalet kavramıyla pek alakası yoktur ve bu bahiste onlar üzerinden bir çözümleme anlamsız kaçabilir. Asıl önemli olan, örneğin ilkokul mezunu bir yurttaşın basit bir alacak verecek, boşanma, darp vs gibi ‘adli’ bir nedenle hakkını aramaya gittiğinde hissedebilecekleri.

Devasa binaya sanki bir mağaranın küçük, karanlık bir oyuğundan giriyormuş gibi giriliyor. Bu durumu güvenlik önlemiyle açıklamak olası değil. Havalimanlarında çok daha sıkı güvenlik önlemleri var. O dar kapının ardında yükselen heyulanın sizi yuttuğunu daha girme anında hissediyorsunuz.

Binada tek bir yön işareti yok. Hangi mahkemenin hangi katta, hangi koridorda olduğunu anlamaya olanak yok. Koridorların nereye gittiği belli değil. Bina öyle tasarlanmış ki sürekli bir labirentte dolaşıp, biteviye az önce ayrıldığınız yere döndüğünüzü bile fark edemeden kaybolabilirsiniz.

Güç bela bir asansörün önünde o da Ankara Baro’nun yön ekranlarından gideceğim mahkemenin katını öğrenebildim. Asansör önünde kapının en önünde bekleme başladım. Asansör kata gelip kapısı açıldığında, içerdekilerin çıkmasını beklerken arkamda duranlar bir beden hareketiyle beni geçip, asansöre doluştular. En son ben binebildim ve asansör fazla yük uyarısı verdi. Kolunda avukat cübbesi taşıyan genç bir kadın beni azarlayarak inmemi istedi. Beni iterek içeri girdiklerini ve onların çıkması gerektiğini söylediğimde ise bağırmaya başladı. Yetişmesi gereken duruşması varmış, asansör sırası da ne demekmiş, atik davranıp binseymişim!

Mahkeme bir boşanma davasıydı ve mesleki bir tanıklık için çağrılmıştım. Salona mübaşir tarafından ‘gir içeri, geç şuraya, ayakta bekle’ emir ve talimatlarıyla alındım. Zabıt katibesi kimlik bilgilerimi yazarken orta yaşlı erkek hakim salona girdi. Beni bir böceğe bakıyormuş gibi, haddini bil ve sakın bana numara yapma, ezerim seni bakışlarıyla ezerek, yerine geçti. Önündeki dosyayı karıştırırken hala benim neden orada olduğumu bilmediği belliydi. Sen kimsin ve davalıları tanıyor musun, gibi sözleri bana yıkarken sonunda kim olduğum bilgisine dosyadan ulaşabildi.

Bu kez mesleğimi, unvanımı okumuş olmanın etkisiyle üslup size döndü ve az öncekinin tersine bir nezaket kürsüden akmaya başladı. Mesleği ve bir unvanı olmayanların o mahkemelerde en sıradan adli davalarda bile nasıl köpek muamelesine tabi tutulduklarını kanıtlamış oldu.

Ankara Adliyesi içine aldıklarını daha dış kapısından başlayarak ezen, hiçleştiren ve teslim alan bir ‘saray’. Bir ülkenin yurttaşına adil olup olmadığı adalet dağıtırken ona nasıl davrandığıyla belli olmaz mı? Adalet sistemi okur yazar olmayan yurttaşın bile içine girdiğinde kendisini güvende hissetmesini sağlamak zorunda değil mi?

Siyasi davalar zaten adı üstünde adaletsiz ve hukuksuzdur. Ama adil ve eşit olmayacağını daha mimarisinde size dayatan bir adalet sisteminin neyi, kimi koruduğu asıl olarak sıradan adli davalarda yaşananlardan belli bu ülkede.  


Etiketler:
nefret