02/07/2013 | Yazar: Gülen Önal

Kaç saattir belki de kaç gündür o kaldırımın kenarında yatıyorum bilmiyorum.

Kaç saattir belki de kaç gündür o kaldırımın kenarında yatıyorum bilmiyorum. Gözlerimi açtığımda sokağın griliği,  milyonlarca toplu iğneyi gözbebeklerimin içine saplıyor sanki. Külçe kadar ağır bedenim kendini kaldırabilecek mi diye denemeye çalışmaktan bile acizim. En azından gözlerimi açmak belki de hala hayatta olduğumu ölmediğimi anlamak belli belirsiz bir rahatlama yaratıyor içimde. Bu kadar boktan bir hayatı bile bırakmak istemiyorsa insan gerçekten çok mutlu olanlar ölümden nasıl da korkuyorlardır acaba diye geçiriyorum içimden.

Acı tek başına bir his olmaktan çıkıp derimin üstünü hiçbir boşluk bırakmamacasına kaplayan bir katman halini alıyor. Tüm organlarımı kemirip benim yerime geçmeye çalışan başka bir ruh gibi. Acı da benimle aynı pozisyonda tüm benliğimi kaplayan şeffaf bir naylon şeklinde yatıyor o kaldırımda… İçim, dışım, ruhum acı…

Ne kadar zaman geçti gözlerimi tekrar kapadım mı hatırlamıyorum. Cılız hırıltılarıyla yanıma yaklaşan sokak köpeğine uzanmaya çalışırken ellerimi fark ediyorum. Ellerim bir kuklanınkiler kadar kendi halinde, kapısına yığıldığım evin üst katlarından biri görünmez iplerle oynatıyormuş gibi ağır, sarsak, kontrolümün dışında bedenimin ağırlığının yanında kuşlar kadar hafif vitrin camlarına, duvarlara, kaldırım taşlarına çarpıp sersemleyerek bana geri dönüyorlar. Kırmızı ojelerimin içine doluşan kir topaklarını görünce gecenin bütün pisliğini tırnaklarımla kazımışım gibi hissediyorum. Birazdan sabah olacak, barların sabahtan açılmayacağını bildiğimden tek umudum devriyeye çıkacak polisler kalıyor geriye. Umuda bak hele yaşam bir kere saçmalayınca umutta umutsuzlukta o ahengi hiç bozmadan saçmalamaya devam ediyor. Ağzımın kenarından sızan kurumuş kan ben gülümsemeye çalıştıkça derimin yırtılacak gibi gerilmesine sebep oluyor.

Sabahın ışıkları dolaşmaya başlıyor sokakta. Benden başka bu sokak köpeği dışında bir canlı daha görürsem eğer dün gece bana olanların olup bittiğini, ölmediğimi, henüz hiçbir şeyin tamamlanmadığını anlayacağım. Şimdi tek merakım bana bu ilahi mesajı kimin vereceği. Mesaisine geceden kalan içilip kırılmış bira şişelerini söylene söylene toplayarak başlayan bir çöpçü, geceyi barmen sevgilisinin evinde geçirip yarı uykulu darmadağınık saçlarla okuluna yetişmeye çalışan üniversiteli bir kız ya da  tanrının meleklerinden birini yollayıp ‘hadi canım sana ayrılan sürenin sonuna geldik, iyi bile dayandın bu kadar eziyete amma da güçlüymüşsün.’ deyip birlikte uçuşa geçip geçmeyeceğimiz de ihtimaller arasında gibi görünüyor şimdilik.

Biraz daha doğrulmaya çalışıyorum yerimde. Ellerim biraz daha sözümü dinliyor gibiler. Bacaklarımı yan yana getirdiğimde siyah file çorabımdan geriye iki ya da üç parçanın bacağımı sardığını sanki siyah iplerle bacaklarımı bağlamışım gibi bir görüntünün olduğunu görüyorum. Evden çıkarken ne kadar da süslüydüm. Yavaş yavaş hazırlandığımı evden çıktığımı falan hatırlayınca daha iyi hissediyorum. Hatırlayacakların ne kadar acıtırsa acıtsın hatırlamak iyidir. Çünkü belleğin derinliklerine gömdüğün, düşünceler, kişiler ve olaylar hiç ummadığın, istemediğin bir anda çıkıverir karşına ve altüst eder tüm varlığını. Bu yüzden ben kendimi bildiğim andan itibaren hep hatırlamayı seçtim. Hatırlamayı ve hiçbir detayı atlamadan zihnime işlemeyi görev bildim tüm hayatım boyunca. Aklıma ilk gelen annem oluyor. Abimle ikimizin sünnetinde  kabarık saçlarını elleriyle yerine yerleştiriyormuş gibi yapıp misafirlerin  ‘ Ay Nurtenciğim ne mutlu sana aslan gibi iki oğlan, baksana şunlara nasıl da yatıyorlar yan yana maşallah.’  demeleri karşısında kolları tüllü elbisesini savurup bileziklerini şıngırdatarak teşekkür etmesi geliyor gözümün önüne. Sünnet yatağımızın rengarenk süsleri sabahın esintisiyle beraber uçuşuyor gözlerimin önünde. Özlüyorum annemi. Sıcak ekmek kokusu gibi buğuluyor annem içimde. İçim acıdan yırtılmak üzere.

Bundan önce bir kez daha atıldım böyle sokağa. Sırtımda şaklayan kemerini bir kez de ‘bu ibneyi doğurduğun için asıl suçlu sensin’ dercesine annemin suratına fırlatan babam abimin tekmelerinin yardımıyla içi boşaltılmış bir hayvan gibi fırlatmıştı beni sokağın boşluğuna… O gün beni yutan sokak şimdi sabaha karşı bu yerde kusmuştu işte… Zihnimdeki son resim oymalı koltuğumuzun üzerinde donmuş hiçbir tepki vermeyen annemdi. Sonraları hep düşünecektim babam ve abim olmasaydı annem kızım diyip bağrına basar mıydı beni? Ondan sonraki tüm geceler terli hırıltılar ağırlıklarını da alıp devrildiklerinde üzerimden çekilen sular zihnimde sadece bu soruyu bırakmıştı… Şimdi şu an da dahil… Acaba ben kendimi bulduğumda annem de beni aramak bulmak istemiş miydi?

Yanıp sönen ışıklarıyla devriyenin yaklaştığını görüyorum. Ne çöpçü, ne üniversiteli kız ne de tanrının yolladığı melek, tahminlerimin tutmadığını görmemin üstüne bir de bana yaklaşan polis arabasıyla taçlanan gecemin bizim kızlardan birini de arabanın içinde görmemle sona ermesi sonsuz bir rehavetin kollarına bırakıyor beni. 


Etiketler:
İstihdam