31/01/2012 | Yazar: Aras Güngör

Tüm bu dünya, bizim yarattığımız tuhaflıklar-önceleri tuhaflık olduğunu anlayamadığımız zamanla kanıksadığımız, normalleştirdiğimiz ve artık tutsağı olduğumuz tuhaflıklar-, engel oluyor seni sevmeme.

O kadar çok şey engel oluyor ki seni sevmeme. Seni sevebilmemin önüne dikilen engeller sürekli daha hızlı hareket etmemi gerektiriyor. Tüm bu dünya, bizim yarattığımız tuhaflıklar-önceleri tuhaflık olduğunu anlayamadığımız zamanla kanıksadığımız, normalleştirdiğimiz ve artık tutsağı olduğumuz tuhaflıklar-, engel oluyor seni sevmeme. Aslında o kadar az şey istiyorum ki.
 
Bu akşam sana gelmeyi deli gibi istediğimde, içimden, bir türlü geçmek bilmeyen dakikaları sayarken, bir taksinin arka koltuğunda ışığın kırmızıdan sarıya dönmesi için dizlerimi sallıyordum. Sadece sana doğru yürümek istedim.  Yolun orta şeridinde kıvranan, huysuz bir şoförün kullandığı taksinin arka koltuğunda hapsoldum ve zaman durdu sanki. Araba kornaları. İşinden evine dönen memurların telaşı, dolmuşların homurdanması, kornalar, herkes bulunduğu yerden şikâyetçi ama kimse kıpırdayamıyor. Kırmızılar yanıyor, sarılar, yeşiller zaman donmuş. Ve bu durumu yavaş yavaş kabullenmeye başlıyoruz sanki. Korna sesleri azalıyor. Artık hiçbir araç kıpırdayamıyor yerinden. Gelemiyorum sana doğru.
 
Nihayet zihnimi seni görme fikrinden alıp oyaladığım anların sonunda inebiliyorum taksiden. Sana doğru yürümeye başlıyorum. Ama bu kez de tuzaklı sokakları, caddeleri aşmam gerekiyor. Polislerin olduğu sokaklardan yürüyemiyorum, çünkü polis beni durdurup kimliğimi sorabilir. Ve ben o kimlik gösterme korkusu yaşayan yüzlerce kişiden biriyim. Doğum yeri yüzünden, adı yüzünden, rengi yüzünden, polise kimlik gösterdiğinde taciz edilecek kişilerden biriyim. O yüzden sana gelme haritamda polisin kimlik sorduğu o sokakları çiziyorum hemen. Çok hızlı düşünmeliyim, haritamdaki yolumun son hali daha hızlı yürümemi gerektiriyor.
 
Bir labirentin içindeyim sanki sokaklardan caddelerden geçiyorum.
 
Seni görmek istiyorum. Telefonum çalıyor. Sen arıyorsun. Ne diyebilirim ki şu an, söyleyecek tek bir şey bulamıyorum. Seni görmemi engellemek için sistemin, devletin önüme koyduğu çıkmaz sokaklar haritasından, sana gelebileceğim bir yol bulabilmek için ne kadar çok yürümem ve yorulmam gerektiğini anlatabilsem sana keşke. Keşke tüm bunları yazabilsem. Birkaç şey geveliyorum, nefes nefese yürürken.  Telefon kapanıyor adımlarım sıklaşıyor, nefesim hızlanıyor. Sonunda, seni görmeme birkaç saniyenin kaldığını bildiğim anlardaki garip çocuksu bir halde yakalıyorum kendimi, kapıyı çalarken. Kapıyı açıyorsun. Ve sana sarılıyorum, vücudumun tüm yorgunluğuyla.
 
O bir araya geldiğimiz an, sağ bacağımın diz kapağında bir ağrı hissediyorum.
 
Sana duyduğum aşkı en çok sağ bacağım ağrıdığında hissediyorum.
 
Çünkü bu ülkede sana sarılabilmem için her gün daha çok yürümem gerekiyor. Her gün geçebileceğim caddelerin sokakların sayısı azalıyor. Sana gelirken daha çok yürümem gerekiyor.
 
Sağ bacağımdaki ağrı arttıkça, seni ne çok sevdiğimi ve ne yazık bu ülkede yürünecek yaşanacak nefes alınacak ne kadar az yerin kaldığını duyumsuyorum.
 
Sadece sana doğrudan dümdüz korkmadan yürümek istiyorum, her caddeden, her sokaktan geçebilmek, korkmadan kaldırımda yürümek, adım adım sana doğru yürümek istiyorum.
 
İşte bu yüzden dert ediniyorum bu kocaman yapıları. Sana geldiğim yolun uzamasına her geçen gün biraz daha uzamasına tahammül edemediğim için.
 
Seni bir an önce görebilmek istiyorum çünkü yorgun düşmeden.

Etiketler:
nefret