25/10/2016 | Yazar:
Elim masada duran gazeteye gitti. Açtım, baktım. O akşam, gazetede yazan iki şeyi hiç anlamadım.
Yaz boyu her akşam, mahallenin sonundaki kahveye gittiğim için alışılagelmişin dışında beyaz rugan topuklu ayakkabılarım, siyah büstiyerim, beş karışı geçmeyen bir balığın sırtını anımsatan pullu eteğim ile içeri girdiğimde de kimseler yadırgamadı. Yapraklarını dökmüş kestane ağacının güzelliğine, içeri girerken göz ucuyla baktığım halde buğulu camın arkasından seyre daldım. Hemen yanımdaki sokak lambası da yanınca hüzünlü bir fotoğraf oldular, üzüldüm. O sırada ince belli bir bardakta çayımı bırakıp gitti kahveci. Çok geçmeden Nisa geldi. Soluk soluğa kalmıştı. Tüm makyajı akmış, saçı dağılmış, memelerini kapatmak için ince bir hırkaya sarılmış halde oturdu yanıma.
- İyi misin, dedim. Hırkayı hafiften aralayıp, boynundaki morlukları gösterdi. Gözlerinin içi kırmızılaştı. Ağlamamak için kendini sıkıyordu. Elimi uzattım, sıcaklığımın iyi geleceğini düşündüm. Ardından hemen iki çay söyledik.
- Adam bin iki yüz verecekti. İki yüzü Naciye Abla'nın, kalanı benimdi. Tüm gece üzerimde tepinip durdu hayvan herif. Kanımı emdi resmen şerefsiz. Bunlar yetmezmiş gibi, paramın da üzerine yattılar, dedi.
- Ya, dedim. Sustum. Elini daha sıkı kavradım.
- O para benim hakkım, ne olursa olsun alacağım! Hakkım olanı istedim, fazlasını değil, dedi.
- Alamayız, boş ver. Dedim. Bu da bizden olsun deyip geçelim, bulaşmayalım.
Nisa'nın gözü kestane ağacı ile sokak lambasına takıldı. Sol gözünden bir damla yaş aktı. Bana sert bir bakış atıp, ayağa kalkıp, tuvalete gitti. Etrafa bakındım. Kahvede on beş kişi ya vardık ya yoktuk. Kafamdaki hadiseyi dağıtmaya çalışıyor, kahvedekilere kulak kabartıyordum. Bir ara yan tarafımızda tavla oynayanlara daldım. Nisa'nın topuklularının sesi ile bir anda irkildim.
- Emek sermaye ilişkisi koca bir çelişkiye mi dönüştü kafanda? Birkaç yıl önce olan maden faciasını düşün, dedi.
- Yüzlerce insan öldü, dedim. Elim sigaraya gitti, sonra vazgeçtim.
- Sömürü değil de neydi o? Kanımızı emdiklerini söyleyen sen değil miydin? Hakkımızı gözetmeli ve korumalı, diyordun. Ben de emeğimin karşılığını istiyorum. Nasıl boş ver dersin, dedi. Haklıydı.
- Hakkın olanı alacağız! Üzülme, dedim.
Beraber buğulu camın ardındaki kestane ağacına daldık. Kahvecinin çayları tazelemesiyle, birbirimizin yüzünde bulduk gözlerimizi. Düğüm düğüm olmuştu boğazım, konuşamıyordum. Sesinin titreyişi yüreğime dokunuyordu. Paylaştığımız şiirleri, şarkıları, aşkları düşündüm. Bir keresinde, ben daha güzeller güzeli oğlumun yasını tutarken, elimden tutup; "sadece ekmeği bölüşmek olmaz, acıyı da bölüşelim" demişti. Dediğini yaptık; bölüşebildiğimiz kadar bölüştük her şeyi. Sevgi büyüttük.
- Belki yarın ararlar, verirler paramı ha, ne dersin? dedi.
- Belki, dedim. Aç mısın, bir şeyler yiyelim mi?
- Hayır, dedi.
Masamızda bolca hüzün vardı. O bir sigara yaktı, ben de masadaki hüznü.
- Özür dilerim, dedim.
- Niçin, dedi.
- Bilmem, içimden geldi, dedim.
Gecenin karanlığına inat gün ışığı doğdu masamıza. Gülmeye başladık. Sesimiz kahvedeki tüm sesi bastırınca, bir ara sadece kendi sesimizi duyduk. Kahvedeki herkesin göz hapsine girince sustuk.
- Yarın saat sekizde burada ol! Paranı alıp, geleceğim. Dedim.
- Nasıl, dedi.
Ayağa kalktım, elinden tutup onu da kaldırdım. Belini kavradım, sımsıkı sarıldım. Vücudunun her yerine sinmiş meni kokusuna rağmen, teni tarçın kokulu kalmayı başarabilmişti. Mor yerlerinden öptüm.
- Bana güven. Yarın sekizde, unutma! Seni seviyorum, dedim.
Ertesi gün, Aşıklar Kahvesi'nde, dün oturduğumuz masada, cebimde bin lira para ile Nisa'yı beklemeye başladım. Üç çay, iki sigara içtim. Altı kez kestane ağacına ve sokak lambasına baktım. Bir kez de tuvalete gittim geldim. Elim masada duran gazeteye gitti. Açtım, baktım. O akşam, gazetede yazan iki şeyi hiç anlamadım. Birincisi, polisin canlı bomba olduğu iddiasıyla bir kadını kendi evinde neden vurduğunu, ikincisi ise Nisa'nın kendini neden öldürdüğünü... Bir de bu kahvenin adı neden Aşıklar Kahvesi'ydi?
Etiketler: