19/12/2013 | Yazar: Samet Atasoy

Politikada romantizm ve gerçekçilik arasındaki çelişkiyi en çıplak biçimde gösteren söylemlerden birisi, özellikle dine bağlılığıyla bilinen kesimlerin kullandığı ‘Demokrasi Aşığıyız!’ sözüdür.

İlkokulda sınıf arkadaşlarımızın birbirini sevmesi utanç verici bir şeydi:
 
Demokrat Güleni seviyoooooooo... Demokrat Güleni seviyoooo…
 
İlkokulda sevgi avam bir şey. Ali’nin Derya’yı sevdiğini söylüyorsun, Ali kızarıyor, bozarıyor. Şimdi gerçekten utanılması gereken biçimlerde sempati duyulan şeylerin, ilke, prensip diye bağırdığımız birçok şeye aykırılığını görmemiz ve birisinin neyi sevdiğimizi bağırması gerekiyor. 
 
’’Dindarın hakkından dindarlar gelir’’ mantığıyla son günlerde yaşanan yolsuzluk suçlamalarını ve gözaltıları öncelikle tamamıyle Gülen şebekesinin eseri varsaymak ve bu olanların doğal hatta teşvik edilebilir bir şey olarak görmek Türkiye’nin sağlıksız, intikamcı siyasi geleneğinin hiçbir yere gitmediğinin göstergesidir.
 
Türkiye Cumhuriyeti’ne mensup olan ve en az birkaç gram siyasete ilgisi olan herkesin anlamaya çalıştığı siyasi dengeler kesinlikle bu kadar duygusal ve hoyrat biçimde rayına oturtulamaz. Türkiye’nin halen görevde olan başbakanına yönelik görüşlerin çoğunun duygulardan ibaret olması büyük sıkıntıların habercisidir. Bu olmamışlığın, körpe heyecanlılığın birçok sebebi var ama ikisine odaklanacağım.
 
Birincisi Türkiye’nin Mustafa Kemal Atatürk ile olan romantik, buhranlı ve kimi zaman çalkantılı aşk hikâyesi. Atatürk’ün temsil ettiği ideallerin, ona duyulan kayıtsız sevgi bağlamından ayrı değerlendirilememesi, medeniyetin en paha biçilmez prensiplerinin kullanışlı biçimlerde algılanmasına büyük ölçüde engel oluyor. Atatürk ilke ve inkılaplarını ilkokulda Sarı Zeybek’i izlerken döktüğü gözyaşlarına sarmalanmış biçimde içselleştiren kuşaklar dolusu insan şaşırmış biçimde lider’e âşık olmasını bilirken, realizmden bihaber kalıyor. Bu durum kendisini her köşede politika dilinde gösteriyor. Böyle bir gelenekten gelen insanların kendi iradeleriyle seçtikleri kişiyle yaşadığı ilişkinin böyle hiperduygusal olması kaçınılmaz. Çünkü nefret etmek de âşık olmak gibi dolu ama pratik birçok fonksiyonu olan hükümet gibi bir oluşumla yaşanması tehlikeli bir duygusal ilişki.
 
İkincisi Türkiye’nin Osmanlı İmparatorluğu ile gurur ve ihtişam dolu duygusal ilişkisi. Başka bir devirde varolmuş olmasına rağmen Osmanlı İmparatorluğu, karizmatik monarşi geleneği ve kültürü sayesinde hükümetin ne olması gerektiğiyle ilgili nostaljik bir kazık görevi görüyor.
 
İktidar-Hizmetkâr ikileminde seçilmek için reklamcılıkla iç içe duygusal ve gerçekdışı bir propaganda sürecine giren ‘Hizmetçiler’ seçildikten sonra ‘hizmetin’ niteliğini belirleyecek iktidara sahip olduklarında içinden çıkılamaz bir iletişim kopukluğu ortaya çıkıyor. Çünkü hükümetin kendisi çoğu zaman soğukkanlı hukuki süreçleri gerektirirken, bürokratik işleri yapacak kişilerin vatandaş ile ilişkisi fazla romantik kalıyor.
 
Bu durum bir nevi bilinçli tüketim yoksunluğu olarak açıklanabilir. Bir partinin ve liderin işlevi ilk bakışta heyecanlı, renkli bir şeymiş gibi görünse de pratik amacı ülkede yaşayan herkesi etkileyen kararlar vermektir. Reklam filmlerinde olduğu gibi... Evinde keyifli müzikler ile dans ederek evini temizleyen birinin kullandığı deterjanı almak ilgi çekici olabilir ama deterjanın temizleyeceği pislik veya deterjanın içindeki toksik maddeler kullanıcı için asıl meseledir. Eğer ki deterjan işlevini yerine getiremiyorsa, tüketici direk olarak mevzu ile ilgili üretici firma ile iletişime geçebilir. Bu iletişim çoğu zaman ciddi ve pratiktir. Deterjan işe yaramıyor diye melankolik lirik bir dans ile olumsuz bir reklam filmi çekmeyiz. Neden? Çünkü yaşadığımız sıkıntı gerçektir. Ancak halkın politikacıyla ilişkisi çok daha karmaşık ve kapsamlı olduğu için politikacıyla pratik ilişkiye girmek duygusal bir gösteriyi beraberinde getiriyor. Bu ilişki tabii ki iktidar hizmetin ötesine geçmediği takdirde bir anlam ifade ediyor. Aksi halde zaten herhangi bir demokrasi kalmamış oluyor.
 
Atatürk Olmadan Demokrasi
Atatürk Türkiye’nin geçmişinden çıkarıldığında demokrasinin dağ çiçeği gibi kendiliğinden açmayacağı su götürür bir mevzu değildir. Tabii yalnızca demokrasi değil. Birçok düşünce daha var ama demokrasi gibi başka birçok siyasi prensip Mustafa Kemal’in yakışıklı vizyon dolu portrelerine aksesuar olarak mı kalıyor? Bu sorunun cevabı Atatürk’ün yaptıkları ile açıklanamaz. Ama Atatürk ile gelen birçok prensiple Atatürk sonrası gelişen ilişkimiz sorgulanabilir. Atatürkçü olmak sadece birçok prensibe katılmak anlamına gelmiyor. Atatürk ile düşünsel bir fikir birliğinden çok duygusal bir bağlılığı temsil ediyor. Türkiye’nin bugün bulunduğu yer için ortaya koyduğu kararlılık ve feda ettiği şeyler açısından Atatürk bir lider olarak yadsınamaz. Ancak evrensel birçok düşünceyi kendisinin bile gölgesinde bırakmak istemediğini biliyoruz. Atatürk’ün en önemli ilkelerinden birisi olan Akılcılık yeterli duygusal rezonansa sahip olmasa gerek ki pek tekrar edilmiyor:
 
Ben manevi miras olarak hiçbir ayet, hiçbir dogma, hiçbir kalıplaşmış kural bırakmıyorum. Benim manevi mirasım bilim ve akıldır.
 
Burada yanlış olan Atatürk’e duyulan mutlak duygusal bağlılık değil. Sıkıntıya sebep olan, Türkiye’nin üzerine kurulu olduğu en önemli düşünsel ve siyasal ilkelere aykırı davranışları pratik yöntemlerle değil, duygusal ve şiirsel serzenişlerle çözmeye çalışmak...
 
Politikada romantizm ve gerçekçilik arasındaki çelişkiyi en çıplak biçimde gösteren söylemlerden birisi, özellikle dine bağlılığıyla bilinen kesimlerin kullandığı ‘Demokrasi Aşığıyız!’ sözüdür. Aşk, demokrasi ile yaşanabilecek en sağlıksız ilişkilerden birisi. Aşk doğası gereği mantıksız ve dengesiz bir hayranlığı ifade eder. Demokrasi bir prensip olarak neresinden bakarsan bak hiç âşık olunabilecek bir şey değil. Ama aşk işte. En mantıklı insanların bile dengesini bozuyor.
 
Bu duygusal hezeyan içerisinde, Fethullah Gülen gibi bir kişinin siyasi dengeler üzerindeki etkisini Türkiye’nin geçmişi ve geleceği için doğal ve gerekli bir unsur olarak görmek Türkiye’nin bağlı olduğu birçok ilkeyi görmezden gelmek demektir. Demokrasisine, Laikliğine sahip çıkmaya üşenenlerin başka bir güce, sonucu ne olursa olsun, vekâlet vermeye hazır olduğunun resmidir. Bundan böyle demokrasiyi savunmak için, ne orduya ne de dini bir lidere ihtiyaç var. Özellikle bu durum demokrasinin kendisiyle çelişiyorsa. Yapılması gereken, kayıtsız şartsız biçimde halkın kendisi için verilen kararlarda katılımcı olması. İktidara, hizmetkârlığını hatırlatması ve bunu iletişim ile yapması. Gençlerin savunduğu şey için protesto yaptığı gibi, seçim ve bilgilendirme süreçlerinde aktif ve sürekli unsur olarak kendisini göstermesi.
 
Karamsar bir gerçek olsa da artık yeni nesil eskisi kadar deterjan reklamlarına güvenmiyor. Çocukluklarından beri gördükleri şeyler insanlara dar geliyor. Reklama inanmayana reklam çektirmek de zor iş. O yüzden şu anda bizi heyecanlandıran yeni şeylerden birisi olan internetle devrimleşiyoruz. Herkesi uyandıracak kadar yaygınlaşacak mı? Yoksa duygusal ve gerçeklikten uzak farklı bölünmelere mi neden olacak bilinmez ama birbirimize saygı duyacağımızı ve ileri gideceğimizi garantileyen birkaç prensibi yanımızda götürmemiz gerekiyor gibi.   

Etiketler:
İstihdam