06/10/2015 | Yazar: Yağız Ay

Bir düşünce buluşmasını internet özeti ve birkaç klişe aracılığıyla eleştiriye tabi tutmak maalesef kolaya kaçmaktır.

Belki de en baştan belirtmek gerekir ki bu türden başka bir yazıyı temel olarak alan ve argümanını oradan yürüten bir yazıyı yazarken amacım polemik çıkartmak, eleştirilen yazının yazarını rencide etmek yahut “Cahil! Bir daha böyle yazılar yazma!” şeklinde bir ‘ayar’ çekmek hiçbir şekilde değildir. Daha ziyade, Kaos GL’de yayımlanan bir (http://www.kaosgl.com/sayfa.php?id=20233) yazıda bir takım eleştirilerle yaftalanan bazı düşünürlerin kabaca, o sık ve genelde negatif bir anlamda kullandığımız bir eylem olan, “avukatlığını” yapmaya çalışacağım. Ne Badiou’nun ne Zizek’in, ne Balso’nun ne de Schopenhauer’in benim avukatlığıma ihtiyaçları yok kuşkusuz, bu terimle kastettiğim daha çok ne bu düşünürlerin ne de yarattıkları kavramların ve bu kavramların arasında kurdukları düşünce ağlarının hem eleştirisinin bu kadar basit yapılmaması gerektiği hem de bu düşünürlerin yaşadığımız toplumun, yazıda da vurgulandığı üzere heteroseksist bir toplumdur bu, radikal bir eleştirisini yapmalarından mütevellit, esasında gerek feminist gerek queer kuram açısından oldukça kullanışlı düşünürler oldukları ve olabilecekleridir.

Yazar, Oscar Wilde’ın Aşk’ın felsefeden daha bilge ve iktidardan daha kudretli olduğuna dair bir alıntıyla açıyor yazısını. İlginç bir nokta yazıda cinsiyetçi olarak damgalanan Badiou’nün muhtemelen bu türden bir alıntıya hiçbir itirazı olmayacağıdır. Eloge de l’amour (Aşka Övgü) eserinde adı üstünde Aşk’a -ki bu hiçbir şekilde heteroseksüel bir aşk değildir, aşk bizim zavallı ve acınası kategorizasyonlarımızın çok ötesindedir- övgüler düzen ve dünyayı değiştirici potansiyelinin sıklıkla altını çizen Badiou, aynı zamanda felsefesinin daha “karmaşık” yapıtaşlarından sayabileceğimiz L’etre et l’evenement (Varlık ve Olay)  gibi eserlerinde çizdiği ontolojik kuramında Aşk’ı bize dört hakikat prosedüründen biri olarak sunar; bilim, sanat ve siyaset ile birlikte. Bu da Aşk’ın dünyevi hiçbir şeyle, kadın, erkek, queer fark etmeksizin, sınırlandırılamayacağı anlamına gelir. Aşk’ın sonsuzluğu Varlık’ın sonlu simgesel düzenini paramparça eder. Aşk, Badiou’nün konferansta bir soru aracılığıyla cevapladığı üzere “jenerik”tir (generique). Gerçekleştiği toplumun normlarına bağlı ya da zincirlenmiş değildir, toplum-aşırı, tarih-aşırıdır.  Badiou’nün onu bir ya da birkaç noktada heteroseksüellik ve çocuk doğumu bağlamında kullanması, Aşk’ı heteroseksüellere mahsus olarak düşündüğü anlamına gelmez,  çünkü Aşk iki kişi arasındaki bir ilişkisellik olarak tanımlanmamıştır Badiou’nün düşüncesinde,  iki kişi birbirlerine âşık olmaz; daha ziyade aşk onlara sahip olur. “Âşık olan özne”lerden ve bunların queer olup olmadığından bahsedilmemiştir dolayısıyla; çünkü özneler âşık olmaz, bizatihi aşk olayına bağlılık göstermek onları özne haline getirir.   

Elbette yazarın da vurguladığı üzere bu noktayı aydınlatmak için Badiou’nün felsefesine (ki psikanaliz ve set teorisinden beslenen oldukça uğraş isteyen bir felsefedir bu) ve kavramlarına bir aşinalık gerekmektedir aksi takdirde Badiou’nün felsefesinin cinsiyetçi olduğu gibi gülünç bir iddia ortaya çıkar; ancak büyük bir düşünce geleneğinin yaşayan en büyük temsilcilerinden biri olan bu naçizane filozofu felsefesine aşina olmadan, sanki televizyona çıkan ya da gazetelerde köşe yazan herhangi biriymişçesine, hatta o meşhur “Aşk doktorları”ymışcasına dinlemek yapılabilecek en mühim hatalardandır aynı zamanda.

Dolayısıyla Wilde ile yazıda sözü geçen düşünürler arasında bir karşıtlık varmış gibi çizilse de, aslında böyle bir karşıtlık yoktur. Hem Zizek hem de Badiou bizatihi Aşk iktidardan daha kudretli olduğu için onun radikal bir değişime “gebe” olan imkânlarını görmüşler ve bundan dolayı Aşk’ı felsefelerinde hep temel bir noktaya oturtmuşlardır.  Nitekim Zizek de geçtiğimiz yıllarda, zannediyorum Hırvatistan’daydı, verdiği bir konferansında toplumda ister kültürel ister ekonomik bir değişiklik isteyen insanlara Aşk duygusunun öncelik ettiğini ve bu duyguya ne pahasına olursa olsun bağlı kalmalarını söylemiştir. Yazar, en sonda bir Rimbaud alıntısını da eklemiş; kendi teşrif etmediğinden ve internete aktarılan birkaç alıntılık çeviri özetlerde geçmediğinden belirtmek gerekir ki Badiou konuşmasının hemen başlarında Rimbaud’nun “L’amour est a reinventer” (“Aşkı yeniden icat etmek gerekir”) sözünü andı ve konuşma boyunca gerek aşkın bir güvenlik istencine indirgenmesi gerekse kar-çıkar ilişkileri türünden yazılı bir kontrat olarak düşünülmesi hususunda bu sözün öneminin vurguladı.   

Ardından felsefe tarihinin kötü şöhretli kitaplarından Aşkın Metafiziği üzerinden konferansın Schopenhauer’in misojinist düşünceleriyle örtüştüğü bazı noktaları saptamaya girişiyor yazar. Öncelikle belirtmek gerekir ki ne kadar adını Schopenhauer’den alsa da bu konferansta konuşan bir tek Ahmet Soysal bu kitaba referans vermiştir, o da Freud ve Lacan gibi başka yazarlara da değinerek Aşk’ın anlaşılma ve algılanma biçimlerine atıfta bulunurken.  Bununla beraber ne Badiou ne de Zizek hiçbir zaman Schopenhauer’le fazla içli dışlı olmamışlardır, değil bu konferans kitaplarında verdikleri referans sayısı bir elin parmaklarını geçmez, verdiklerinde de çoğunlukla eleştireldirler. Bu da oldukça doğaldır zira, sözgelimi Zizek, adeta yeminli bir Hegelcidir; Hegel’in çağdaşı Schopenhauer ise bulabileceğiniz en büyük Hegel düşmanlarındandır, belki de en büyüğüdür; bir kitabında Hegel için “şarlatan, felsefeyle işi olmayan birahane kılıklı herif” demişliği bile vardır. Kısaca, iki düşünürün de kadın düşmanlığı ile meşhur olmuş bu kitap ile alakaları yoktur;  konferansın da pek olduğu söylenemez. Çok genel bir başlıktır çünkü bu, “Aşkın felsefesi” ya da “Aşk ve Metafizik” de olabilirdi gayet ama bunlar hiç de güzel tınlamıyorlar açıkçası. Gerçi yazar da burada açık bir imada bulunmamış ancak “hatırlatmadan” da geçememiş; “bu seksist kitabı konferanslarının başlığı olarak seçmekte bir beis görmüyorlar” demek istemiş galiba.

Bu “kara kitap”a gelirsek, bazılarına Schopenhauer’in böyle bir kitabı olmadığı şaşırtıcı gelebilir.  Şüphesiz kitapçıya gittiğinizde vardır bu kitap, ancak Shopenhauer bu popüler metnini Die Welt als Wille und Vorstellung (İstenç ve Tasarım Olarak Dünya) başlıklı temel kitabına bir eklenti olarak yazmıştır. Bu da bizi daha ilk andan, bir metni bağlamı içerisinden çıkarmamak konusunda uyarır,  kitabın bütününe yayılmış kavramları ve argümanları tartmadan bu eklenti metni yorumlamak kuşkusuz hatalı olacaktır. Örneğin Schopenhauer’in bu kitabı özellikle istenç kavramı, daha sonra Nietzsche üzerinden büyük etki bırakacaktır, Nietzsche’nin düşüncesinin adeta yeniden keşfedildiği savaş sonrası Fransa’sındaysa Jacques Derrida ve Michel Foucault gibi düşünürler bu çizgi de eserler verirken onların düşünceleri deniz ötesine, Amerika’ya ulaştığında Judith Butler gibi bir linguist bu “kadın düşmanı ve heteroseksist” bir zihinden çıkmış düşünce geleneğini devam ettirerek çağımızın en radikal feminist ve Queer kuramlarından birini oluşturacaktır. 

Hazır “bağlam” nosyonunun sözü açılmışken, 19. yy’ın ortalarında yaşamış ve yazmış Schopenhauer’ı 21. yy’ın heteroseksizm, kadın düşmanlığı gibi söylemleri aracılılığıyla eleştirmek anakronizm tuzağına basit bir düşüşten ibarettir. Günümüzde insanlara kolay erişilebilen bir eleştiri noktası tanıdığından sıkça kullanılan bu yöntem-metinden alıntılar çıkartarak yazarını negatif bir “X” ilan etmek- Aristoteles, Marx gibi düşünürlere adeta kitaplarını daha geçen gün matbaaya teslim etmişler de bugün basılmış muamelesi yapmaktadırlar. Eğer Schopenhauer’ın kadınlar üzerine söylediği bazı sözlerin bir eleştirisi yapılacaksa işe başlama noktası kadının, eşcinsellerin 19 yy. Almanyasında konumu ve bunun orta sınıf Alman erkekleri üzerindeki etkileri olabilir örneğin. Bahsetmeden de geçmeyelim,  yaşlanmış bir Schopenhauer’in “kadınlar hakkında son sözümü söylemedim, eğer ki kendilerini kalabalıkların ötesine ya da üzerine çekebilirler bir kadın durmaksızın büyüyebilir, hatta erkekten bile daha fazla” demişliği de vardır. Bu kitap mevzusunda son olarak kitabın başlığı da “Aşk’ın Metafiziği” değil, fakat “Cinsel Aşk’ın Metafiziği” olduğu söylenebilir. Schopenhauer, burada pratik bir eylem olarak aşktan ve onun cinsel ilişki sırasında vuku bulan formlarından hareketle yazmaktadır ve temel olarak Kant’ın yine cinsellik üzerine bir metnini eleştirmektedir. Cinsel ilişkinin ve bir aygıt olarak cinselliğin 19. yy’daki işlevselliği üzerine söz söylemeden Schopenhauer’in bu kitabı üzerine yazılan eleştiri dolayısıyla, suya yazılmış gibi olacaktır. Kuşkusuz aynısı köle toplumunda yaşayan ve bunun herhangi bir sorun teşkil ettiğini düşünmeyen Aristoteles “kadın düşmanı” olarak eleştirildiğinde de mevzubahistir. 

Son olarak, konferansta neden hiç Queer’den bahsedilmedi sorusuna bir cevap vermeye çalışabiliriz.  İki gün boyunca Queer’den bahsedilmemesi ki hatıratımda kaldığı kadarıyla Zizek değinmişti, konferansta konuşan herkesin heteroseksist bir queer düşmanı olmasından değil, fakat Aşk gibi evrensel hakikat olarak değerlendirdikleri bir mefhumdan söz ederken basitçe Queer’ı bir ayrım noktası olarak görmemelerinden kaynaklıdır, aksi takdirde queer’ı evrenselliğin dışına itmiş ve belki o zaman gerçek bir ayrımcılık yapmış olurlardı. Üç düşünür de Aşk’ı öyle bir noktaya oturturlar ki aşk olayı gerçekleştiğinde ortada hâlihazırda sözünü edeceğimiz ve şikâyet edeceğimiz queer/straight gibi ikilikler bütün anlamlarını yitirir;  Badiou’nün dediği üzere “Aşk dünyanın doğuşuna tanık olma olasılığı” ise bu türden ayrımlar kendilerine yalnızca eski dünyanın çöplüğünde yer bulabilirler. Başka bir deyişle, bu düşünürler Aşk’ı bir cinsiyete tabi tutmaktansa, cinsiyetlerden özgürleştirirler. Batı felsefesinin Aristoteles’den beri hetaria düşmanı olduğunu iddia ederken ise yazar, yazıdaki çoğu argüman gibi kolaya kaçmaktadır-herhalde bunu günümüzün en önemli Queer-Feminist teorisyeni dahi söylese kolaya kaçmak olurdu bu, çünkü bütün felsefe tarihine savaş açmak pek aklı selim bir davranış değildir- ve felsefeden söz ediyorsak kolaya kaçma gibi bir lüksümüz yoktur. “Feminen öz” fikrinin maskülen bir mit olarak ele alınarak yeren yere vurulduğu,  Medea’nın parçalanamazlığının yüceltildiği, küresel kapitalizmin cinsel özgürlüklere ne denli karışır hale geldiğinin acımasız bir eleştirisinin yapıldığı bir düşünce buluşmasını internet özeti ve birkaç klişe aracılığıyla eleştiriye tabi tutmak ise maalesef kolaya kaçmaktır. 


Etiketler:
İstihdam