25/07/2012 | Yazar: Emre Özcan

Tek başına mutlu olamayan birey, bir başkasıyla da mutlu olamaz.

 

 
Bıraktığında sana acı verecek kadar bir şeyi sahiplenme...

                                                                                              Woody Allen
 
Görülüyor ki düşlerimiz ve özlemlerimiz, aynı anda doyurulmaları neredeyse hiç mümkün olmayan, ne var ki ayrı ayrı peşlerine düşüldüğünde de aynı şekilde tatmini güç olan iki ihtiyaç arasında parçalanmıştır. Bunlar aidiyet ve bireysellik ihtiyaçlarıdır.1
 
Aidiyet ve bireysellik ihtiyaçları Bauman’ın dediği gibi aynı anda doyurulması mümkün olmadığından ve akıllarda hep bir dikotomi şeklinde kodlandığından belki de Tönnies’i Gemeinschaft-Gesellschaft, Durkheim’ı da mekanik-organik dayanışma sınıflandırmalarına zorlamıştır. Çünkü bu sınıflandırmalarda da kuşkusuz aidiyet ve bireysellik iki ayrı toplum tipinin ( tıpkı geleneksel ve modern toplum adlandırmalarında olduğu gibi) birer tezahürü olarak düşünülüyordu. Fakat modernite, geleneksel toplumların kolektivist ruhunun temel unsuru olan aidiyeti, birey olmanın ve topluma eklemlenmenin tamamlayıcı veya bağlayıcı bir unsuru olarak ele almış ve yapılandırmıştır. Böylece aidiyet, birey olmanın adeta bir ön koşulu haline getirilmiş ve bu iki kutbun birlikteliği sağlanmıştır.
 
Aidiyet ve bireyselliğin bu toplumsal boyutundan çıkıp Bauman’daki gibi ihtiyaç noktasına ve asıl olarak birey düzleminde aşk ilişkisi eksenine vurgu yapmak istiyorum. Yani aşkta bireysellik ve aidiyete aynı anda yer var mıdır, yoksa sürekli bir çatışma hali mi söz konusudur?
 
Partnerler ilk defa karşılaştıklarında, ikisi de iki ayrı biyografilere sahiptir. Farklı kişilik özelliklerinin yanı sıra farklı yaşanmışlıklar, deneyimler ve düşünceler dünyası ile birbirinin uzağında konumlanan beklentiler söz konusudur. Bu karşılaşma tüm bunları bir benzeştirme veya uzlaştırma sürecine dâhil eder. Dolayısıyla aşk, bir anda benzerlikler dünyası yaratma adına var olmaya başlar. Hatta benzerlikler dünyası yaratmaktan ziyade gizli bir şekil verme, düzene sokma, teslim alma süreci… İşte tüm bunlar partnerlerin birbirlerini içeriden anlama gayretinin sonucu gibi algılansa da temelde ait olmanın / aidiyet duygusunun hâkimiyeti söz konusudur. Çünkü ait olmanın / aidiyet hissetmenin temel şartı benzerlikler bulmak veya benzerlikler yaratmaktır, bir diğer anlamda her şeyi uzlaştırma masasına yatırmaktır. Nitekim partnerleri birbirlerine ait kılan temel unsur bu yontma işlemidir ki aidiyet ihtiyacı da partnerlerin birbirlerine güven duyma, güçlü ve sarsılmaz bağlar kurma arzularının tezahürüdür. Başka bir manayla aidiyet, aşkta muhafazakârlığa sığınmak / ilişkiyi muhafaza etmeye ve korumaya yönelmek ihtiyacı demektir. Çünkü güçlü ve sarsılmaz bir birliktelikten söz etmek daima aidiyet ihtiyacının sonucu olarak kodlanmıştır.
 
Aidiyeti ve bireyselliği çatışan ve uzlaşamayan iki unsur olarak ele aldığımızda aidiyet aslında yukarıda da işaret etmeye çalıştığım gibi düzene sokmanın daha doğrusu baskının göstergesidir. Aşk ilişkisinde de partnerlerin birbirlerine ait olma gayreti, görünmeyen bir baskı işlemidir esasen. Bu baskı kuşkusuz bireyselliğe karşı uygulanır ve onu direnç dışı bir alana zorlar. Çünkü bireysellik, yapmak istediğimiz veya yapmaya değer gördüğümüz şeyi yaptığımız, kendimiz olduğumuz, baskıdan uzak, özgür bir duruma işaret eder. Aidiyet ise bireyselliğin törpülendiği, yok edilmeye mahkûm edildiği bir durumdur. Nitekim korunamayan bireysellik aidiyeti doğurur. Partnerler ise genelde aşkı muhafaza etmek adına bireyselliği, aidiyete teslim ederler. Fakat partnerler tek başına var olamıyorsa, yani aidiyetin o şefkatli kollarıyla sarınmışsa, birlikte de var olma şansları çok düşüktür. En nihayetinde tek başına mutlu olamayan birey, bir başkasıyla da mutlu olamaz.


1 BAUMAN Zygmunt, Sosyolojik Düşünmek,  Ayırntı Yayınları, İstanbul, 1998, s. 119

Etiketler:
İstihdam