09/08/2016 | Yazar:
Boğaz görebileceğimiz bir yere mi gitsek, kucağımda kediyle metroya falan binersem beni döverler mi, bana kötü kötü bakarlar mı, bu şehirde herkesten, her şeyden korkuyorum.
Gereğinden fazla ayığım ve ne varsa ve ne değiyorsa tenime ve ne duyup görüyorsam – her neyse – gereğinden fazla ve kendileri olarak varlar. Sigara da içmiyorum, ayran içiyorum ve kahve; dönüşümlü olarak. Her yanım yoğurt kokuyor. Üzerimden çıkan ekşi ter ve keskin yumuşatıcı kokulu tişörtler emekleyerek kirli sepetine gidiyor. Pop müzik sesleri geliyor, kim bu kadar gürültülü Bengü dinler ki? Çocuklar bile oynamıyor, park bile hareketsiz, rüzgar bile esmiyor. Bile bile bile bile, sokağa çıkmayı severdim ama bu şehirde bütün yollar aynı yere çıkıyor. Yolları da insanları da görmek istemiyorum.
Terk edilmiş bir koydayız, yerlerde sararmış plastik artıkları, şakaymış, hayır şaka değil, niye belirtmek zorundasın, niye birbirimize karşı bu denli buz gibi soğumak zorundayız, oysa şaka değil, hiçbiri değil. Ben bir şarkı söylüyorum, umurunda değil, oysa ben konuşamıyorum ve bu yüzden şarkı söylüyorum. Benden şarkılarımı iste, yazdıklarımı açıklamamı iste, yoksa ıslak vücudunun altında, arasında sola – bilir – im. Bende bir göçük kaldı tüm bunlardan sonra ve tüm girintilerim çamurla doldu.
Kitabım bitmek üzere, bir tane daha var elimin altında ama bu iştahsızlık ve bitmeyen iştah. Hiç bu kadar heyecansız bir fani olmamıştım. Oysa bu bir virüs gibi, heyecansız faniler ve heyecanlandıklarını zannedenler, zombiler. Tek insani ilişkim alt katta sokakta oynayan oğluna balkondan her on saniyede bir “oraya gitme, bunu yapma, aman onu elleme” diye bağıran kadına içimden küfretmem, sayılır. Sonra kapı çalıyor, yan komşum N hanım, sarma getirmiş, balkonlarında buluyorum kendimi, bira içiyoruz. Sonra adam kadına kaş göz yapıyor, onları yatak odasında sevişirken izleyebilir miymişim; olur, diyorum. Ama olmadık bir zamanda girmem gerekiyormuş; tamam, diyorum, gidiyorlar, ben de balkonda olmadık bir zaman bekliyorum. Bir bira açıyorum, ağır ağır içiyorum, antidepresanımla birleşti artık çok geç, serotoninlerim ne yapacağını şaşırmış olmalı, dopaminler evlerini yağmalıyordur.
İnanmayacaksın ama mutsuz değilim. Hiç olmadım. Çünkü mutsuzluk çok fazla geldi. Fazla gerçekti, öyle ki sadece roman karakterlerinin başına gelebilirdi. Hem yıldızlar bir kol mesafesindeydi, uzatmadık, soğumuş çıplak gövdelerimizi zift rengi denizin dibine attık. Karanlık üstümüzde parladı, çantamda bir minik ilkokul defteri vardı, senin cebinde, çarşaf, zıvana, ot. Nefes alıyor muyum? Yanımda mısın? Burada mıyım, zaman üzerimde halkalar çiziyor, ben döne dolaşa aynı anı yaşıyorum, böyle de olabilirmiş.
Foto: Harris Pui
Sonra kedim Aygır’la dışarı atıyoruz kendimizi, hemen karşıdaki parka gidiyoruz. Biri civcivlerini otlatmaya çıkarmış, Aygır’ı görünce biraz panikliyor ama Aygır keşfetmeye çalışıyor sadece civcivleri. Civardaki adamların kaçı sübyancı, kaçı torbacı, kaçı sivil polis diye düşünüyorum. Çocukları sübyancılara, sübyancıları da ebeveynlere yedirmemek istiyorum ama nasıl yapmalı, ne yapmalı hiçbir fikrim yok. Elime sopa alıp kovalamayacağım, bundan eminim, ama bu parkta sonsuza kadar oturabilirim. Aygır da mutlu görünüyor.
Bir bisiklete sıkışmaya çalıştık, zaten arabalar bizi ezip geçmek için bahane arıyordu. Bizde de fazlasıyla vardı. Ben olmayabilirdim, bir kedi ya da şempanze olabilirdim, bisikleti süren ya da gidonla sele arasındaki demire sıkışan, fark etmezdi. Çok gülüyorum ama gülmüyordum ya da çok unutuyorum, bu sefer zaten yoktu, unutmak değildi; esinti ve arabaların uğultularının tam yerinde olması, unutmak değil.
Sonra surların altındaki çimenlik boyunca yürüyorum, bir şeyler hissetmek için, merdivenlerden çıkıp ateşin etrafında oturan adamlar görüyorum, aşağı iniyorum; bugün peşime kim takılacak acaba diye. Gözleri yarı kapalı, yarı boyumda kara kuru bir adam takılıyor, bir şeyler diyor, duymuyorum, Aygır kucağımda huzursuzlanıyor, arabalar geçiyor. Osmanlı tuğralarıyla dolu o oda geliyor aklıma, İstanbul’un arka semtleri yaz kış dumanlı, İstanbul’un tüm dumanını üstlerinde taşıyorlar. Çimenlik alanı, park demeye dilim varmıyor, bataklık daha uygun, geçince Aygır da sakinleşiyor.
… / her akşam güneşin battığı yerden / gözlerin doğuyor gecelerime / gözlerin doğuyor… başaramazdık ve başaramadık da, keşke yok olsaydın, kafana iskambil kağıtları fırlattığım ve güneşe büyüyen vücudum ve yalnızca kum ve tuz ve pis mutfaklarda hazırlanan taşra hamburgerleri, tekel bayisinde zeki müren çalıyor ve ben gülümsüyorum, adam da bana gülümsüyor, oysa esnafla ilişkim hep tedirgin olmuştur, biraları sen alıyorsun buzdolabından, ben kapının önündeyim, sözlerin doğuyor gecelerime, niye gülümsedik, kanlı gözlerim ve dumanlı kafası adamın, hemen dışarıda şarapçıları kasabanın ve az ötede zift deniz, bu gece çok güzel ama yarın tuzlar üstümüzden akınca, kalkıp gideceksin, kalkıp gideceğim. Bu geceye dair her şey ölecek. Ben bir daha hiçbir tekel bayisine gülümseyemeyeceğim.
Boğaz görebileceğimiz bir yere mi gitsek, kucağımda kediyle metroya falan binersem beni döverler mi, bana kötü kötü bakarlar mı, bu şehirde herkesten, her şeyden korkuyorum. Boşver Aygır, eve dönelim, güzel bir film falan açarız, çay koyarız, ne gerek var bu kadar insana, neyse ki marketler neredeyse yirmi dört saat açık, mama alırız sana, hatta balık bile alabiliriz bugün, en sevdiğinden. Deveye binelim, köprülerden geçelim, ama yürümeyelim, bakışlarımızı kaçırmayalım. Evde güvendeyiz, yan komşularımız tarafından boğazlanmazsak, öyle olursa beni yiyebilirsin. Kimse ölümü yıkamasın, kefenlere sarıp arkamdan dualar okumasın, aman Allah muhafaza (!) toplu mezarda para ödenip ayrılmış bir yere kapatmasın. Bunu anlatırsın onlara Aygır, üstünden sadece yaban hayvanlarının geçtiği ormanlık bir yere bıraksınlar geçerken. Canlım kurtulamadı, ölüm özgürleşir belki. Bir çizgi film kanalı açıyoruz, ben uyuyakalıyorum.
Etiketler: