20/01/2012 | Yazar: Tunca Özlen
Trans kimliğiyle tanınan Bülent Ersoy’un, 1968 Hareketinin gençlik lideri Deniz Gezmiş’le tanıştığını söylemesi üzerine alevlenen ‘sol ve homofobi’ tartışması tam yatışmış görünürken, Kaos GL portalda Sultan Yavuz’un konuyu tekrar gündeme almasıyla konu üzerine yazma ihtiyacı hissettim.
Trans kimliğiyle tanınan Bülent Ersoy’un, 1968 Hareketinin gençlik lideri Deniz Gezmiş’le tanıştığını söylemesi üzerine alevlenen “sol ve homofobi” tartışması tam yatışmış görünürken, Kaos GL portalda Sultan Yavuz’un konuyu tekrar gündeme almasıyla konu üzerine yazma ihtiyacı hissettim. Niyetim Ersoy’un cinsiyet kimliğine saldıranları müdafaa etmek değil, artık bir mit haline gelmeye başlayan “homofobik devrimciler” mevzusunda naçizane görüşlerimi paylaşmak.
Ersoy’a yönelik “kadın kılığındaki erkeğe ya da erkek kılığındaki kadın” sözleriyle transfobisini en kristalize haliyle dile getiren Bozkurt Nuhoğlu oldu. Nuhoğlu’nun tepkisini nefret söylemine taşıması, bununla da yetinmeyip Ersoy’u cezalandırmakla tehdit etmesine seyirci kalmayan Pembe Hayat’ın suç duyurunda bulunacağını açıklaması sonuç getirdi ve Nuhoğlu kendisinden beklemeyeceğim kadar şık bir şekilde özür diledi. Bir özür borcu da, zan altında bıraktığı devrimcilere var.
Konu sıcakken haberleştirme ihtiyacı hissedip yazmaya koyulduğumda, “Deniz Gezmiş’in arkadaşları” sıfatıyla konuşanların hem samimiyetlerini, hem solla olan bağlarını sorgulamaya açmaya çalışmıştım. Pek çoğu devrimci mücadeleyi sürdürmemiş, bir kısmı düzen partileriyle ilişkilenmekten geri kalmamış, bir dönem Deniz’le aynı ortamlarda bulunmayı hayatları boyunca bir paye olarak taşımaya kendilerinde hak olarak gören bu kişilerin Deniz’i sömürdüklerinden zerre kadar şüphem yok. Deniz’in hangi müziği dinlediği, nerelere gittiği, kimlerle birlikte olduğu hakkında ahkâm kesenlerin, onun devrimci kimliğinden söz etmemelerini manidar buldum. Ayrımcı tutumlarına bir de Deniz’in devrimci kimliğini alet etmedikleri için memnunum.
Öbür taraftan, bir magazin muhabirine demeç verirken, siyasi bağlama yerleştirmemeye de özen göstererek, lafı Deniz Gezmiş’e getiren Ersoy’un da Deniz’i sömürdüğünü düşünüyorum. Tartışma daha çok Ersoy’un cinsiyet kimliği ve transfobi üzerinden ilerlerken, röportajın devamında Ersoy’un Adnan Menderes için ne kadar çok ağladığını, hastalandığı dönemde Erdoğan ve Özal için halen dua ettiğini söylemesi göz ardı edildi. Deniz hakkında “ideolojisinden ödün vermeyen” biri olarak söz eden Ersoy’un, onu idama götüren zihniyetin temsilcilerine duacı olması, kendisine yöneltilen nefret söylemini kesinlikle meşru kılmasa da, samimiyetine gölge düşürdü. Ve Bülent Ersoy’u eleştirmenin hangi bağlamda olursa olsun transfobinin değirmenine su taşıyacağı yolundaki değerlendirmelere de kesinlikle katılmıyorum.
Sonuç olarak, devrimcileri temsil etme ehliyeti veya iddiası olamayan her iki kesim de Deniz’i sömürmüş, tartışmaya müdahil olanlar bunu görmemiş, ihale yine devrimcilere kalmıştır. Birileri bir milyonuncu kez solun aslında ne kadar homofobik ve transfobik olduğunu, aslında zaten 68 kuşağının ulusalcılıktan tam kopamadığını, Türkiye’de hiçbir zaman gerçek bir sol olmadığını vs. keşfetti. Solun homofobik kesimlerine yönelik olarak dile getirilen eleştiriler, bir yerden sonra homofobik olan olmayan ayrımını el çabukluğu ile bir yana bırakılınca, yerini genel hakkında verilen hükümlere bıraktı. Dedim ya, ihale yine bize kaldı.
Öyle ki iş, birilerinin çıkıp işçi sınıfına “Kurtuluşunuz homofobide, transfobide!” çağrısı yapmalarına uygun bir atmosferin solu çevrelediğini ima etmeye kadar vardırıldı. LGBT yurttaşların yaşadığı sorunlar karşısında açıkça homofobik ve transfobik tutum almış, öbür taraftan sosyalist hareketin bileşeni olarak görülmesi mümkün bir (evet sadece bir) “dergi çevresi” sayabilirim. “Eşcinsellik ve Yabancılaşma” kitabının eleştirisini kendi çapımda yazmaya çalıştığım Doğu Perinçek ve siyasi geleneğini her nasılsa hala solun bir parçası olarak görenler, ancak soldan genel olarak alerji duyan kesimlerdir. Kendilerini zaten sol olarak tarif etmeyen, solun de bir parçası olarak görmediği çevreler üzerinden devrimcilerin homofobisinden girip ulusalcılıklarından çıkmak, özensiz olmanın ötesinde art niyetli bir yaklaşım.
Türkiye sosyalist hareketi LGBT yurttaşların eşit yurttaşlık taleplerini, maruz kaldıkları ayrımcı uygulamaları ve mağduru oldukları nefret suçlarını yeteri kadar gündem yapmıyor, meseleyi programatik ve pratik düzeyde sosyalizm mücadelesiyle yeteri kadar ilişkilendirmiyor olabilir. Bu çok ayrı bir eleştiri konusudur ve iki dinamiğin yollarının kesişmesini sağlamaya yönelik, benim de paylaştığım samimi bir yaklaşımdır. Konuya böyle yaklaşan biri bilir ki, taraflardan biri “homofobik sol” plağını çaldığı sürece karşıdan “liberal eşcinseller” sloganının yükselmesi kaçınılmaz olacaktır.
Adını anmak istemediğim dergi çevresi haricinde, Türkiye sosyalist hareketini oluşturan bileşenler arasında, homofobi ve transfobiyi bildirilerine, yayınlarına, söyleminde yeniden üreten, LGBT yurttaşları kapitalizmin ürettiği “hasta” veya “sapık” ucubeler olarak gören, LGBT mensubu işçilere, gençlere, aydınlara kapısını kapatan tek bir parti, platform, dergi çevresi bulamazsınız. Madem ihale devrimcilere kaldı, devrimcilerin kefili de ben olabilirim.
Castro bile (!) özür diledikten sonra…
Etiketler: