17/06/2011 | Yazar: İlker Cihan Biner

Başbakan o meşhur ‘balkon’ konuşmasında azınlıklara teşekkür edip, bunu halka pazarlamaya çalışadursun, bu coğrafyada azınlıklar asırlardır, farklılaşmanın verdiği tedirginl

Başbakan o meşhur ‘balkon’ konuşmasında azınlıklara teşekkür edip, bunu halka pazarlamaya çalışadursun, bu coğrafyada azınlıklar asırlardır, farklılaşmanın verdiği tedirginlik, inkârın ve uzlaşamamanın örtük alaycılığı, yerlerinden birdenbire kovulmalarının yıkıcılığı üzerine kurmuşlardır felsefelerini. Bu konuda artık iktidarların yapabilecek pek fazla bir şeyi yok. Kendi benliğini, ismini, kökenini kendi elleriyle eritip, yok etmeye yönelik bir düşünce, bunu yapabildiği zaman, iktidar ona ulaşmadan çok önce kalkacaktır ortadan. Azınlıkların bu geri çekilişlerini ne kaderle ne de hoşgörü sembolleri ile açıklayabiliriz.

Bu topraklarda karşımıza ‘fetihçi’ diyebileceğimiz hem iç hem de dış dünyamızı kuşatan topyekun bir anlayış çıkar, Bu anlayıştan hareketle azınlıkların, sürekli bir ‘yollarda oluş’, var olmamayı amaçladıklarını görürüz. Bayezid-i Bistami’nin şu sözleri azınlığı güzel özetler: ‘Kişinin dipsiz ve kıyısız, bitimsiz ve başlangıçsız olması… Sırları, kapalı sandıklar ya da paslı kapılar ardında aramayıp, kendi içine yönelenlerin bir büyük isyanda kılıçtan geçirilerek sırra kadem basması…’ Öyleyse azınlık üzerine düşünürken Freud ya da psikanalizin savunucuları bize ayna tutamayacaktır.
‘Azınlık’ üzerine düşünürken Nietszche’nin ve Spinoza’nın bedene dair düşünceleri bizlere ayna tutabilir. Bedeni hor görmeden ve edilgenleştirmeden düşünmenin araçlarını en fazla bu iki düşünürde bulabiliriz. ‘Ya beden ya ruh değil’; ‘hem ruh hem beden’ ya da ‘ne ruh ne beden’… Çünkü ruh ile beden, düşünce ile cisim, doğal ile toplumsal birbirinden farklı şeylerdir. Ahlakın ‘ruhun beden üzerinde hâkimiyet kurması’ diye önerdiği şey, Spinoza’da ruh ile bedenin güçlerinin paralelliğine dönüşür. Düşüncelerimiz cisimlerdir ve her bedene bir düşünce düşer. Bu düşüncenin salt gücü saf bir şiddetin masumiyetinde gizli gibidir.

Azınlık diye adlandırılan gruplar, görüşlerini sınırlarda oluşturup, farklı dünyalara yolculuk ederken, otorite, beden ve ruhun zıtlığı üzerine oturttuğu hiyerarşik yapısını, yani sapıklığın ortaya çıkabilmesi için meşru kıldığı bir altyapıyı kullanır. Sapıklığın tanımına cezalandırmayı katarak, cinsel organları ve cinsel ilişkiyi temel alan bir sistem inşa eder. Modern tıbbi sistem dediğimiz bu sistem, çok sayıda teşhis ve tedavi yöntemi önerdiği bir sapıklık analizi belirleyerek, bu tablonun etrafında örgütler kendini. Azınlıklar dediğimiz grup, yani komünistler, homoseksüeller, gerillalar, fahişeler ve travestiler hep ‘beden’ günahkârlarıdır... Ruhun beden üzerindeki yaptırımı devam ettikçe, sapıklık bedensel bir mesele olarak kalır ve sistemin devamı için zorunlu bir ihtiyaca dönüşür.

Nietzsche neden bedeni bu kadar önemserdi? Yalnızca batıda bedenin böylesine hor görülmesine gösterdiği tepki ile açıklanamayacak kadar derin yaklaşımlara sahipti. Bedenin çok yönlü karmaşıklığını gösterirken, derinin altında fıkır fıkır hareket eden eşsiz bir mekanizmaya dikkat çekerdi. Mücadele ettiği çürümüş düşünce dünyası ve modernizmin kendisiydi. Farklı duran unsurlar o zaman olduğu gibi şimdi de yavaşça sindirilerek yavaşça eritiliyor. Bir havanda öğütülen sebze gibi onca Kürt, Ermeni, Alevi, Eşcinsel… bulunuyor ve öğütülecek unsurların miktarı giderek azalma gösteriyor. Spinoza’nın ‘çokluk’ diye açıkladığı bu gruplar asimilasyon dediğimiz işleyişe kurban giden gruplardır. Üzerinde pek fazla düşünme gereği duymadığımız çöplükten başka bir şey değillerdir.

Günümüzde ‘mikro-milliyetçilikler’ asimilasyon politikalarını genel siyasal ve ideolojik çizgi olarak benimsiyorlar. Ulus-devlet mekanizması kendi nüfusu içinde bir farklılaşma yaratır fakat bu öncelikle zorunlu bir hiyerarşiden başka bir şey değildir. Kısacası, ortalama bireyin farklılıklarının öğütülmesiyle ortaya çıkan insanlık durumu, kapitalizmin en genel tablosudur. Böyle bir tablo içinde ‘normalleştirme’/’ortalama’ süreçleri Foucault’nun gösterdiği gibi dört yüzyıldan fazla sürdü. Hastalık, suç, cinsel sapkınlık ve diğer tüm ‘disiplinsizlik’ler, Foucault’nun ‘disipliner toplum’ adını verdiği ve henüz dışına çıkılmamış tarihsel süreçte ‘ötekileri’ oluşturan tüm değer sistemleri, ortalama bireyin rasyonel kılınmış amaçlarını bozan küçük şakaları gibiydi.
Azınlık mı doğulur? Azınlık mı olunur?

Muhafazakâr anarşist E. Jünger, ahlakı Kant felsefesinden değil de, ana-babadan öğrenen insanları tercih ettiğini söyler. Yani ahlak teorisi yerine ana-baba terbiyesi. Biraz daha ilerlersek, modern dünyanın çığlığını duyarız. Cehennem güçleri, dev teknolojiler, mutlaklaştırılmış nihilizm… Derin bir çığlık vardır. ‘İnsanoğlu çiğ süt emmiştir.’ Joe Bousquet’in söylediği gibi; “bizden önce vardı yaralarımız onları kendi bedenimizde nesneleştirmek için doğmuşuz’’ der… Şimdi yine sorgulamak gerekiyor. Ne demektir öteki doğmak? Stoacılar felaketlerine, ölümlerine sahip çıkma öğretisini geliştirmeye çalıştılar. O zaman şunu söylememe izin verin; ‘Azınlık doğulmaz, azınlık olunur’…
Azınlığın tutunacak dalı

‘Ethos’ ötekinin tek garantisidir. Yani ethos, bir toplumun kendine özgü kişiliğidir. Ethosun temeli güç istemidir. Bu güç istemi dinsel kimlikler veya onların hak talepleri üzerinde toplanmış dışlama, düşmanlık duygularının göz ardı edilmesine dayanır. Öyleyse ethos, milliyetçi grupların çoğalmasına, dinsel grupların baskılarına göz yummaz ve böylece azınlık üretici ve yaratıcı faaliyetlerde normalleştiren, makul hale getiren sessiz denetim aygıtları karşısında ‘direnç atomudur’…
 

Etiketler:
nefret