04/02/2014 | Yazar: Emre Dursun

DÖVÜLEREK ÖLDÜRÜLEN Ali İsmail Korkmaz’ın davasının ‘görüldüğü’ bütün bir gün boyu Alper Terzioğlu faiz artışlarından söz etti, ekonominin krizlerinden.

Dink Ailesi, yeniden “görülmeye” başlanan Hrant Dink Davası’nın bundan sonraki duruşmalarına katılmayacaklarını açıklarken, mahkemeleri “müsamere” olarak tanımlamışlardı. “Hadsizlikle” bile suçlandılar ama haksız çıkmadılar. Bu hakikat yeni bir şey değildi esasen, hatta Türkiye Cumhuriyeti’nin temeli zaten bu gerçeklik üzerine bina edilmişti desek, çok yanlış olmaz, fakat hatırlarsınız, o davanın “ikinci perdesi” başladığında tarihte ilk kez “gizli sanık” kavramıyla ve dahi o gizli sanığın bizatihi kendisiyle de tanıştık. Belki uzaktan sanık, ismini vermek istemeyen sanık, konuk sanık, en iyi yardımcı erkek sanık da diyebiliriz kendisine, oyun bu ya! Samanyolu TV’deki “Aile Mahkemesi” programının formatını çalmıştı devlet, resmen! Sanık, Gaziantep’ten canlı bağlandı “yayına”. Müsamere değil de neydi bu?
 
Vicdanın, politik alanda işlevsiz, sulu duygusal bir kavram olduğu analizi zaman zaman dillendirilir. Muhakkak, doğrudur da. Yaşanabilir bir dünyanın imkânları için ortak akıl ve o aklın yolu gereklidir, daha somut yaklaşımlar… Sorun ve çözümlerin, ihtiyaçları karşılayacak şekilde, mantık çerçevesinde belirlenmesi… Midemizin, yüreğimizin kaldırmadığı durumlarda bile sükûnetle hareket etmek. Karşısına dikileceğimiz sistemin terminolojisine en azından yöntem bakımından ters düşmeyecek ve bu sayede kabul görülebilecek bir dil, yol ve metot kullanmak. (Diplomasi ve bürokrasi gibi şeyler var, tanırsınız, Kafka da pek hazzetmezdi bunlardan.) Öyle… Öyle ama bu insanlar da makine değil. Biz de değiliz. Şimdilik!
 
Evet, her şey mekanikleşebilir. Etkiye açık her şey dönüşebilir, bozulabilir, tükenebilir. İnsan da, uzuvları da, aklı da, ruhu da, vicdanı da. Hele de burada, bu coğrafyada. Çok daha kolay, çok daha kahredici bir hızla olabilir. Sırf takvimden bile. Takvim yapraklarından. Ajandalardan. “Bir daha asla” olmasa da artık, insan yıldönümleri yüzünden ansızın infilak edebilir. İnsanın eti uyuşabilir. Çok fazla vurulunca belki. Çok tekmelenince. “Vurmayın, öldüm!” diyerek… Dil, söz, medet, imdat terk edebilir insanı sonunda.
 
“Ama öldü efendim!”
 
“Bilemem.”
 
*
 
DÖVÜLEREK ÖLDÜRÜLEN Ali İsmail Korkmaz’ın davasının “görüldüğü” bütün bir gün boyu Alper Terzioğlu faiz artışlarından söz etti, ekonominin krizlerinden. Ayakkabı kutularındaki paralardan değil ama bütün bu olanları bize Ali İsmail’in “itelediğinden”; kadın cinayetleri rekortmeni ülkede kadından sorumlu bakanlık yapmış Fatma Şahin “paralel örgütle” ilgili fikirlerini anlattı, Ufuk Uras Gezi Direnişi’ni nasıl örgütlediğini, en çok ona sormamız gerektiğini, en çok onun konuşması gerekliliğini ve Yıldıray Oğur da, solcuların 12 Eylül öncesi Emniyet içinde çaktırmadan örgütlenip darbeyi engelleyebilecekleri salvoları savurdu. “Keşke” dedi, “keşke yapabilselerdi.” Solcuların bunu akıl edemediklerini düşünmüş. Belki de mideleri almamıştır, belki onurlulardır onlar, hani insan denince bir de o ihtimal var ya. Böyle insanlar da çıkıyor yani bazen, engelleyemiyoruz, Yıldıray Oğur’a şaşırtıcı gelmiş galiba ama “bağzı” insanlarda mide, karakteri de desteleyen ek bir işlev görebiliyor. Belki biyolojik olarak değil ama bütün halinde düşününce neye tahammül ve tenezzül ettiğinle de insan oluyorsun ya, öyle.
 
Ve bütün bunlar olurken kahrı yetmezmiş gibi can davası uğruna “gurbete çıkan”, Kayseri yollarında, mahkeme koridorlarında, duruşma salonunda, gözünün bebeği evladına kıymış canilerin tam karşısında bir ana, o oğlun fotoğrafı elinde dimdik durmakla mükellef. Kim demişti “devlet insanı sadece canını alarak öldürmez” diye?
 
Seyit Rıza tek bir şey için yüzünü kararttı da medet dedi: “Beni evladımdan önce asın!” Gözleri önünde katletti bu devlet evladını, Başbakan’ın pek içerlediği Dersim Katliamı’nda. Ali’yi onun iktidarında öldürdüler, Ali’yi canında taşıyanlar ise kinle, alayla, pişkinlikle kırılmakta. Tam da Cemal Süreya’nın, “Biz kırıldık, daha da kırılırız” dediği… Devamı da zaten (bugünkü) Türkiye’nin resmi: “Ama KATİL de bilmiyor öldürdüğünü, HIRSIZ da bilmiyor çaldığını.” Prensip olarak, hatırlamıyorlar!
 
Sanırım bir halkın başına gelebilecek en korkunç şey budur: Canına ve malına kastedip, hesabı sorulduğunda dalga geçen, hatta dalga geçebilsin diye o hesabın sorulduğu yanılsamasını parlatabilecekleri müsamereleri de bizzat düzenleyen asalaklarını beslemek zorunda kalmak!
 
Ben Taksim’e her gidişimde, anlamsız bir köşede, alakasız bir zaman diliminde dahi sürü halinde öylece duran ve gelip geçen insanları seyreden, taciz eden, huzursuz eden polisleri gördüğümde etim çekiliyor; benim BİLE, Hrant Dink’in anıldığı gün beyaz bere ile “güvenliği sağlayanları” gördüğümde dizlerimin bağı çözülüyor. Evet, benim bile!
 
Şunu demeye çalışıyorum: Hepimiz parçalandık elbet, içimiz soğumaz deyip duruyoruz, soğumaz! Ama bir anne, bir baba, bir kardeş, bir evlat, canından bir can kopmuş herhangi bir insan daha neyle sınanabilir? Kalbi kir tutmuş, paraya, karaya bulanmış zalimlerin, evladını öldürmüş katillerin maaşlarına ortak edilmek nasıl bir zulümdür? Sonra elde o oğlun fotoğrafı olan bir çerçeve ve karşında senin terinle doymaktan, hatta onunla bile doymamaktan ar etmeyen, gevrek gevrek gülen, “hatırlamadıkları” cinayetleriyle övünmeyi sürdürdüklerini türlü davranışla gösteren katiller ve onların daha da büyük gasp edip, daha da doyamayan sahipleri!
 
Ey dünya, kime zulmetmek için bunca iştahlı dönüyorsun?
 
Vicdan suni, soyut bir kavramdır. Ne somut peki? Bu kirli çark mı, bu aşağılık devran mı, buna denk düşecek lisan mı? Bize baktıklarında ardımızı görebilecekleri kadar şeffaf hale de gelsek yanmaktan, hep diyeceğiz: Adaletin, hakikatin, diyalektiğin buysa, BAT DÜNYA BAT! 

Etiketler:
İstihdam