29/08/2016 | Yazar: Can Yaman

Hande’nin katledişini öğrendiğimde içimden, ‘umarım acı çekmeden ölmüştür’ dedim. Kulağa haince geliyor di mi! 20 yıl önce dayımı yanıklar içinde gördüğümde de ananemin sözleri bana öyle gelmişti.

Uzun zamandır yazmaya çalışıyorum ama yazamıyorum. Elim bir türlü klavyeye gitmiyor, gidemiyor. Sanki yaşanan onca felaketin sorumlusuymuşçasına hep bir bahane üretiyor yazmaktan kaçmak için. Hâlbuki yazılacak, söylenecek ciltler dolusu bir yaz, 2016’nınki.                     

Evet, boktan bir yazdı. Ne kış boyu beklediğim yıllık iznimden ne de yazın verdiği enerjiden bir halt anlamadım. Varsa yoksa Mars Satürn kavuşumunun Antares sabit yıldızıyla “olay” birlikteliği. Bunun en belirgin açısı ülkece tecrübe ettiğimiz 15 Temmuz darbesiyken, camia olarak bir ay sonraya tekabül eden Hande Kader arkadaşımızın katledişiydi. Astrolojik göstergeleri bir yana bırakıp yeryüzüne indiğimizde alev alev yanan bir cehennemin ortasında olduğumuzu söylemek abartılı bir teşbih olmayacaktır. Kaldı ki kan revan içinde sandalyelere oturtulmuş çocuklar bunun en net kanıtı.

15 Temmuz gecesi ve sonrasına dönersek, genel kaotik ortamı ve evde tek olmanın getirdiği panik nöbetleriyle sabahı edip, ertesi gün işe gitmenin tadından yenmeyen keyfi, demokrasi ve ondan ne anladığımızı özetleyen bir deneyimdi diyebiliriz. Ama beni ulusça koyduğumuz “demokrat” tavırdan çok, boğazı kesilmeye çalışılan ve sanki isyankâr tavrı yüzünden cezalandırılmayı hak etmiş çocuklar misali kemerle dövülen askerlerdi. Militarizm ve onun hem mikro hem makro iktidar alanlarındaki görünümü üzerine kafa yoran ve kısmen de olsa bunun karşında durmaya çalışan biri olarak, üniformalı “çocukların” mağduriyeti içimi yakan cinstendi.

Askeriyeye elverişsizdir raporu alalı ve o raporu alana kadar yaşadığım travmanın en belirgin öğesi olarak üniforma görme fobisi üzerinden on küsur sene geçmesine rağmen, bu mağduriyet karşısında gözyaşlarımı tutamadım. Tutamadım çünkü o süreçten sonra ben artık başka bir ben olmuştum. Rapor alma sürecim Mehmet Tarhan’ın vicdani retçi olarak hapsedilmesine denk geliyordu. Bense bir an evvel bu işkenceden kurtulmak istiyordum. Her bir prosedürü tamamlayıp son bir doktor muayenesine geldiğimde, görevli hekimin, “bu yapılanın onurunuzu incittiğinin farkındayım ama bu işlemi yapmak zorundayım” cümlesinden tam 11 yıl geçmiş ve asker hekimin benim yerle bir olmuş onuruma sahip çıkan tavrı, inandığım tüm değerlerin yitip gitmesine neden olmuştu. Bir gey aktivistin onuru için hapse girdiği, “dava arkadaşlarımın” var oluşlarının hastalık olmadığını haykırdığı geleneksel yürüyüşte sizin, hasta, işe yaramaz kâğıdı almanız, davaya inanan bir insan olarak bir yok oluştan farksızdı. Belki o yüzden uzun bir süre emek verdiğim mücadeleden koptum ve kendimi tamamen izole ettim. Belki 16 Temmuz sabahı öylece durup beklerken gözyaşlarıma hâkim olamamamın verdiği acı, bu ikili mağduriyetin bir yansımasıydı. Öyle ya da böyle, bir daha hiçbir şey aynı kalmayacaktı ve buna ben de dâhildim.

Bir gerçeğe boyun eğerken bir diğerinin çıkagelmesi ümitleri kıran cinstendi. Kokusu ta ortaçağa ulaşan bir dumandı. Cayır cayır yanan et kokusuydu adeta. Sanmayın ki bir Roma imparatorunu ya da bir Hint gurusunu uğurlayan türden. Bu, masumiyetini yitiren candı. Adı Hande, yaşı 23’tü.

                                                    Foto: Şener Yılmaz Arslan

Hande’nin katledişini öğrendiğimde içimden, “umarım acı çekmeden ölmüştür” dedim. Kulağa haince geliyor di mi! 20 yıl önce dayımı yanıklar içinde gördüğümde de ananemin sözleri bana öyle gelmişti. Dayım öyle bir yanmıştı ki sonraki hayatında bir kolunu kullanamayacak, göz kapakları dâhil, burun ve kulak kıkırdakları geri gelmemecesine yok olacaktı. Geliştirilen onca tıbbi gelişmelere rağmen şu an hala bir estetik müdahale atlatamaz halde. Dayım alkolik bir heteroseksüel erkek. Bir tutunamayan. İkili ilişkilerdeki istikrarsızlığını çalışma hayatında da sürdüren bir bohem. Yaşadığı acı olaydan önce ailesinden ayrı yaşamayı tercih etmiş ve kendini toparlamayı ümit etmişti. Ama alkol onu öyle bir ele geçirmişti ki yandığını bile fark edememişti. Hatta malum olay Ramazan’a denk geldiği için ailesi, onun cezalandırıldığını bile düşünmüştü. Yanan derisinin defalarca ama defalarca cılk yara olup, soyulup tekrar kabuk bağlamasını izlemelerine rağmen. Belki bu görgü tanıklığı yüzünden Hande için bu kadar vicdansızım. Sonuçta öte dünyaya kalmadan biri veya birileri sebebi her ne olursa olsun bizi cezalandırmak için hiç vakit kaybetmiyor. Minareyi çalan yavuz hırsız misali, kılıfını eskimiş ahitlere yamıyor.

Tekerrür eden onca olay izlerinin, B sınıfı bir film gibi montajlanan flaşlarla bezeli geçmiş görüntüsünün ardında, elbet güneş tutulmasına kavuşum yapan merkür retrosunun büyük payı var. Çünkü daha dün gibi biliyorum. Bir arpa boyu ilerleyemememizin izlerini taşıyor zaman, babama açılma tecrübemden geçen onca yıla inat.

İzin günüme rastgelen bir film izliyorum. Kadir İnanır’ın rol aldığı 89 yapımı bir film: Acılar Paylaşılmaz. Bir ağır ceza avukatının seneler sonra oğluna kavuşmasını anlatıyor. Filmi yaşı tutanlar bilir, bilmeyenler ise youtube ablamızdan rica edebilir. Filmi sinemasal açıdan eleştirilmek konusunda sanatsal bir alt yapım yok ama Türkiye’de yaşayan geylerin aileleriyle yüzleştiği süreci bu kadar gerçekçi anlatan başka bir yapıt görmedim diyebilirim. Filmi baştan sona anlatmayacağım ama final kısmı çok etkileyici. Kadir İnanır ölüm orucuna giren siyasi bir tutuklunun avukatıdır ve oğlunun gey olduğunu öğrenmiştir. Tutukluyla son görüşmesinde avukat, tutukluya, “benim bir oğlum vardı, biraz önce onu kaybettim. Şimdi de seni kaybetmek istemiyorum”, der. Onu neden kaybettiğini sorar tutuklu. Affedilmeyecek bir hatasından dolayı, der avukat. “Hata mı” der tutuklu ve şöyle devam eder: “Sen bana, insanların hayatları söz konusu olduğunda prensiplerimden vazgeçebilirim demiştin. Yak artık ışıkları avukat bey. İnsanlar özgür doğup, özgür yaşamalıdırlar.”

Ve bu sözler bir tokat gibi Kadir İnanır’ın, dolayısıyla Türkiye izleyicisinin suratına nakşedilir. Zaman ötesi bir ışımayla her yeri aydınlatır. Demek ki bazı şeylerin dili ne kadar yasaklı olsa da bu toplumda söylenebiliyormuş yıllar öncesinden, bir mum gibi yanarcasına aydınlatabiliyormuş insanları ki o mumun adı Hande ve diğer canlar olsa bile. Tutuklu, yak artık ışıkları diyor. Evet, aydınlansın artık bu karanlık dönem! Aydınlansın ki “çocuklar öldürülmesin, şeker de yiyebilsinler”.


Etiketler:
nefret