04/07/2011 | Yazar: Özgür Güçlü

Berkeley’deyim. Kulağımda Sezen’in son albümü: ‘Düş Bahçeleri’. Yoğun bir hüzün var bu albümde. Önce Uzay’ı kaybetmiş Sezen Aksu, sonra Onno’yu. Ve belki de yaşama gücünü.

 
Berkeley’deyim. Etrafta koşuşturan, dünyanın dört bir tarafından gelmiş öğrenciler her an bir şeyleri protesto etmeye hazır görünüyorlar. Kampüsteki boy boy binaların arası yemyeşil ağaçlarla bezenmiş. Bana ODTÜ’yü hatırlatıyor bir nebze. Akademik hayatın ilk meyvelerinden birini yiyorum. Buraya bir konferansa konuk doktora öğrencisi olarak çağırılmışım. Yolculuk, otel masrafları hepsi konferans organizasyonuna ait. Amerika’nın batı yakasına ilk ziyaretim, San Francisco civarlarına.
 
Koyu bir tanıdıklık var buralarda. Yurdumdan, ailemden uzaktayım binlerce kilometre. Ama evimde hissediyorum kendimi. Hiçbir sokak, hiçbir yokuş yabancı gelmiyor. Nedendir bilmiyorum. Çoğu sabah konferansa birkaç saatliğine uğradıktan sonra kendimi kırktan fazla tepe üzerine kurulmuş San Francisco’ya atıyorum. Avare dolaşıyorum sokaklarında. Bir gün İtalyan Mahallesine gidiyorum, bir gün şehrin göbeğindeki kocaman, ferah Golden Gate parkına.
 
Şimdi akşam üstü. Yarın ayrılıyorum buralardan. Kampüsün batısındaki taş yapı, envai çeşit sarmaşıkla örtülmüş, iki katlı akademisyen misafirhanesinden çıkıyorum. Ufacık şırıltılı akan bir çay aşıp üniversitenin saat kulesine doğru her şeyi içime çekerek usulca yürüyorum. Kule önündeki basamaklara oturuyorum. Ve ben galiba buralara aşık oluyorum. Kulağımda Sezen’in son albümü: “Düş Bahçeleri”.
 
Yoğun bir hüzün var bu albümde. Önce Uzay’ı kaybetmiş Sezen Aksu, sonra Onno’yu. Ve belki de yaşama gücünü. Bildiği tek şekilde tutunmuş hayatın kenarından. Şarkı söylemiş, başkalarına verdiği şarkıları seslemiş. Düzenlemeler muhteşem, ama Sezen’imin sesi paramparça. Delik deşik, kaybettiklerinin yükünü taşıyamamış. Yine de dinlemekten alıkoyamıyorum kendimi. Hele albüme adını veren parça ruhuma pek bir denk düşüyor bugünlerde:
 
Bir gün önce liseden sevdiğim bir arkadaşımla buluştuk; o doktorasını buralarda yapıyor. Gri, yağmurlu bir sabahtı. Benim içimse ışıltılı. Biraz eski bir tanıdığı görmenin sevinci, biraz da şehri bir parça daha keşfetmenin. Çok yüksek bir gökdelenin tepesinde, San Francisco’ya panoramik bakan bir kafede buluştuk. Derslerimizden bahsettik, yurtdışında yaşamayla ilgili öykülerimizi ve Türkiye özlemlerimizi paylaştık. Bu güzelim yerleri benden önce tanımış olmanın gururuyla gezdirdi beni gün boyu.
 
Hava kararmaya yüz tutarken Çin Mahallesine gittik birlikte. İlk kez otantik bir Çin yemeği yedim, menü Çince, çalışanların hepsi Çinli. İnanılmaz lezzetli bir yemek, doyasıya keyifli bir muhabbet. Başından geçen ilginç olayları anlattı. O konuştukça benim doktora yaptığım şehir gözümde iyiden taşralaşıp daha bir köhneleşti. İçten içe az kıskandım buralarda yaşamasını.
 
Yemeğin üstüne yeşil çaylarımızı yudumlarken laf lafı açtı. Amerika’da her Kasım başı yapılan meşhur Cadılar Bayramında gittiği bir ev partisinden bahsetmeye başladı. Şehrin Castro denilen bir mahallesindeymiş, daha çok geyler yaşıyormuş orda, çok keyifli bir partiymiş falan filan. Onun gelişigüzel bir anı, pek önemsenmeyecek detaylar gibi anlattıkları aklımın bir ucuna takıldı kaldı. Nedendir anlamadım. Çok üstünde de durmadım.
 
Dün durmadım ama şu basamaklarda otururken içimde bir şeylerin tomurcuk tutmaya başladığını duyumsuyorum. Gözümün önüne rengârenk bir şark halısı gibi serilmiş Pasifik Okyanusuna bağlanan körfez. Sarı turuncu bir ufukta Şubat güneşi yavaş yavaş batmakta. Golden Gate köprüsünün tam arkasında, altın bir tabak gibi. Masalsı bir haftanın sonundayım, Doğu Yakasına geri dönüyorum yarın. Derslerime, küçük, mazbut şehrime. Tamamım varamayacak ama, ertesi hafta her gece kalanımı San Francisco körfezi üzerinde uçarken bulacağım. Rüyalarımda!
 
Hayırdır inşallah! Yürümüyorum, uçuyorum düş bahçelerimde. Düşümden büyük bahçeler var sanırım…

Etiketler:
İstihdam