27/03/2017 | Yazar: Cihan Dağ

Artık küreselleşme hakkında bir fikrimizin olması neyi değiştirdi? Yani salt bilgi değişimi ne kadar harekete geçirir?

Bilmenin, öğrenmenin ‘çok kolay’ olduğu bir dönemde yaşıyoruz. Ulaşımı engellense dahi sansüre karşı da geliştirilen tekniklerle bir şekilde bilgiye ulaşımın önündeki engeller eskisine göre daha az. Hal böyle iken öğrenmek, kendimizi geliştirmek, mücadele pratiğimize bilgisel gücümüzü de katmak elzem bir konu. Dünya çapında çevirisi yapılan kitaplara, eleştirel sinemadan ortaya çıkarılan bazen kitaptan da güçlü eserlere ulaşmamız mümkün. Mesela ‘Babel’ filmi benim için bu konuda verilecek en iyi örneklerden biridir. Küreselleşme ile ilgili yazılan birçok yazının belki de dolandırdığı bir bilgiyi iki saatte gözler önüne seriyor.

“Amerikan yapımı bir silah satın alan Japon bir iş adamı, turistik gezi için gittiği Fas’ta tanıştığı bir adama silahı hediye eder. O silahı adamın iki küçük çocuğu kaçırarak kendilerinde silahla oyun oynarken bir Amerikalı kadını vururlar.”

Küreselleşmeyi en iyi anlatan filmlerden biridir ve onca kuru tanımın yanında küreselleşmenin insanların hayatına nasıl girdiğini ve nasıl sonuçlar doğurduğunu çok güzel gösterir bize. Peki, bu hikâyeyi izlememiz, yani bu bilgiye ulaşmamız, artık küreselleşme hakkında bir fikrimizin olması neyi değiştirdi? Yani salt bilgi değişimi ne kadar harekete geçirir? Bu soruların cevabını aramadan önce bilgiye olan itibarın gündelik hayatımızda nasıl karşımıza çıktığına bakmak istiyorum. Ve bunu özellikle muhalif toplulukların gündelik hayatlarından kesitlerle ele almak istiyorum.

Sosyalist, devrimci, komünist, solcu… Kendimizi bu kavramların cirit attığı bir atmosferde bulduk. Aklımız yettiğince anlamaya, kendimizi tanımlamaya çalıştık. Üstelik ağır kavramlardı, diline alınca sanki gözünü işkence hanelerde, kanlı meydanlarda,  kötü çalışma koşuları olan bir fabrikada açıyordun. Bir keresinde arabayla uzun yola giderken Emekçi’nin albümü yol boyunca çalmıştı. Uzun bir yoldu ve muhtemelen en az üç kere kaseti yeniden çevirmişti babam. Parçaların her biri içimde bir şeyleri harekete geçiriyordu. Tuhaf bir güç hissediyordum ve birden yüzümü dışarıdan arabadakilerin içine çevirerek “ben devrimci olacağım” dedim. Annem gururla, babamsa her zamanki keskin fikirleriyle önüme dikildi. Nasıl yapıyordu bilmiyorum ama hem araba sürüyordu, hem de iki koluyla omzumdan tutup beni silkeleyerek “ devrimci olmak için önce kendi ekmeğini kendin kazanmak zorundasın” dedi. O an o içimde hissettiğim o güç Bağdat’ta bombalanan bir bina gibi yerle bir oldu. Ve o günden sonra babamın o sözü bilinçaltımda hep beni eksik devrimci yapmıştır. Oysa babam bildiği onlarca şeyin bir özetini değil, bilmediği onlarca şeyin ezberini savurmuştu yüzüme. Bu yüzden bilmemenin savunmasızlığı ile bu sözün altında yıllarca ezildim.

Ama sonra bilmeye, öğrenmeye başladım. Bilginin bana verdiği o gücü hissedince çok bilenin, çok okuyanın yanında olmaya, onlardan bir şey öğrenmeye çalıştım. Bilen insanlar hep gözümde büyüdü. Toplumda da bilen insanın değeri vardı. Bilginin hala önemsendiği bir zamana tanıklık ettim. Eskiden abilerimiz ve ablalarımız konuşur, hiç bilmediğimiz insanların, ülkelerin devrimci hikâyelerini anlatır, biz de masal gibi dinlerdik. Etkilenmek gibi bir yeteneğimiz vardı. Ne kadar sorgulanası bir kavram olsa da bilginin iktidarı vardı. Ağırlık merkezini çok okuyan, çok bilen insanların sohbetleri belirliyordu.

Lakin günümüze bakıyorum da ‘Kapitalizm’ bilgiyi de bir meta haline getirerek hepimizin hayatında farklı bir dönem başlattı. Yeni bilgilerle kuşandık, sürekli yeni bir şeylerin eksikliğiyle yanıp tutuştuk. Kaçırdığımız her bilgi için delirecek gibi olduk. Sosyal ağlarımızda başparmaklarımızın önderliğinde kayak yapar gibi bilgilerin üzerinden kaydık geçtik.  Dokunmadan, hissetmeden geride bıraktık. Ama sorsanız, çok şey biliyoruz. Hepsini okuduk, her haberi gördük, tüm analizleri hatim ettik.

Gerçek bundan bambaşka bir yerde duruyor tabi. Resimlerin, manşetlerin, yazı özetlerinin kurbanı olan zihnimiz gerçek bilgiye hak ettiği değeri vermeden tembelliğin keyfini sürüyor. Bilgiyi, bilmeyi önemsemiyoruz artık. Az bilgi ile çok şey konuşma sanatının icracıları olduk. Onlarca kitap taranarak oluşturulan makalelerin manşetlerini okuyarak kibirli bir bilmişliği giyiniyoruz. Bu çağda bilginin ağırlığı değil hızı önemli artık. Çünkü çok bilgi ağırlıktır ve bu yarışta bilgilerin en hafif olanı kazanır.

A.Arvasi- Bilmek ve bildiğini yapmamak, henüz o şeyi tam bilmemek demektir. 

Bir başka sorunumuz ise eriştiğimiz bilgi ile ne yaptığımız, onu nasıl kullandığımız. Bilgi biz de alışkanlığa, alışkanlık hareketsizliğe yol açabiliyor. Her gün aldığımız ölüm haberleri, katliamlar, hak ihlalleri, kadın cinayetleri gibi haberler ve bu haberlerin bizlere verdiği mesajlar bir süre sonra belleğimizde ‘öncelikli’ sekmesinin altında toplanmıyor. Bilgi ve haberler de bu yüzden her seferinde alıcının dikkatini çekmek için başlığına bir ‘şok’ daha ekliyor. Son yıllarda teori üstene teori üretip de bir türlü bu teoriler üzerinden kitleleri harekete geçiremeyen örgütler aslında  Arvasi‘nin yukarıdaki sözünü hatırlatıyor bana. Bir şeyi bilmek onu salt olarak bilmek anlamına gelmez. Bilmek hali aynı zamanda bildiğini hayata geçirme, onu yaşam biçimin haline getirme sorumluluğunu da taşır. Ama eğer sorumluluktan kaçar, bilmeyi küçümser, teorik tekrarların kurbanı olursak bilmek hiçbir şeyi değiştirmez. Bilmek sorumluluktur ve bu sorumluluk tüm devrimcilerin, muhaliflerin omuzlarında taşıması gereken bir yüktür.


Etiketler:
İstihdam