10/10/2006 | Yazar: Ali Erol

‘Psikolojisi, biyolojisi bir yana bir bütün olarak bilim, masum değildir. Bilim, ‘bilimci’lerden bağımsız olarak, onların kadın, erkek, eşcinsel, siyah, beyaz... olmalarının üstünde, kurumsallaşmış bir yapı olduğundan aynı zamanda bir İKTİDAR olma özelliği de gösterir. Bir iktidar olarak bilim, kapitalist iktidardan ayrı düşünülemez. Dolayısıyla kapitalist işleyiş ve zihniyet, Bilim’e de egemendir.’ Gay’e EFENDİSİZ’in kaleminden.

“Psikolojisi, biyolojisi bir yana bir bütün olarak bilim, masum değildir. Bilim, “bilimci”lerden bağımsız olarak, onların kadın, erkek, eşcinsel, siyah, beyaz... olmalarının üstünde, kurumsallaşmış bir yapı olduğundan aynı zamanda bir İKTİDAR olma özelliği de gösterir. Bir iktidar olarak bilim, kapitalist iktidardan ayrı düşünülemez. Dolayısıyla kapitalist işleyiş ve zihniyet, Bilim’e de egemendir.”

Egemen olan ve zorla dayatılan heteroseksüelliğin dışında kalanlar, tarih boyunca nadir zaman ve ortamlarda rahat soluk alabilmişlerdir. Geyler ve lezbiyenler de dahil olmak üzere heteroseksüelliği reddedenlerin ve ona karşı direnenlerin yakasına ya bilim ya da yasalar yapışmıştır. Heteroseksüelliğin dışındaki varoluşlar ya hastalık ya suç ya da iki yakıştırmaya birden maruz kalmışlardır. Koğuşturma, kapatma, zorla tedavi farklı zamanlarda ve farklı şekillerde uygulanmıştır. Bilimin ya da yasaların, eşcinsellere yaklaşımı ilgili toplumdaki tahakküm ilişkileriyle doğrudan bağlantılıdır. Eşcinselliği, kişinin kendi cinsine yönelimi olarak aldığımızda sözkonusu olgunun her zaman ve her toplumda aynı olduğunu görmek mümkün. İşte bu olgunun (eşcinsel varoluş) ortaya çıkışı, yaşanılışı, her zaman aynı olmayabilmekte, yaşayanlar ve dışardakiler tarafından tarihsel süreç içinde değişik şekillerde adlandırılmakta ve tanımlanmaktadır. İşte bu noktada bilimin ve yasaların biz eşcinsellere yönelik yaklaşımı ve tanımlaması aynı zamanda bilim’in ve yasa’nın kendilerini de tanımlar. Ne olduğunu ve kime hizmet ettiğini de ortaya koyar. Ama bu aşamada işin içine ideoloji girer ve herşey açıkça yapılmaz. Bilimin özerkliğinden ve yasa’nın herkes için ve tarafsız olduğundan söz edilir. Fakat ileri sürülen bu durum koskoca bir yalandır ve çoğu zaman gizleme gereği bile duyulmaz. Son yıllarda özerklik masalına gerek duymayan modern/kapitalist bilim iyice küstahlaştı ve kapitalizmin ve kapitalist toplumun sürekliliği için varolduğunu gizlemekten vazgeçti. Gerçi bütün küstahlığına rağmen hala özerklik masallarına ve ideolojik yanılsamalara gerek duymakta. Örneğin mikrobiyoloji alanındaki gelişmelerle birlikte daha lezzetli sebze ve meyva yiyebilecekmişiz ya da genetik araştırmaları geliştikçe birçok hastalığın tedavisi mümkün olabilecekmiş! Bütün bu martavallar, ‘bilim bütün insanlık içindir’ yalanının sonucu öne sürülüyor ve bizlerin de inanması bekleniyor. Oysa tedavisi kesinlikle mümkün birçok hastalıktan binlerce insanın göz göre göre öldüğü bir yana açlıktan milyonlarca insanın öldüğünü bilmiyor muyuz? Lezzetlisinden vazgeçtik, milyonlarca insanın, en çok üretilen ve demirbaş sebze ve meyvelere bile ulaşamadığını bilmiyor muyuz? Bu durumda, son yıllarda moda olan ve magazin dünyasına kadar giren genetik araştırmaları ve yükselen sosyobiyolojiye karşı en çok dikkat kesilmesi gereken kesimlerden biri de biz eşcinseller olmalıyız. 

Bilim alanında, kabaca iki cepheden söz etmek mümkün. Bunları sosyal-çevreci cephe ile fizyobiyolojik cephe olarak adlandırabiliriz. İnsana yönelik bu iki cepheden, zaman zaman biri diğerinden daha popüler olabiliyor. Daha düne kadar insanın sahip olduğu saç rengi ve saçın dökülüp dökülmemesi, göz rengi, deri rengi ve fiziksel özelliklerin biyolojik kökenli yani kalıtsal olduğu ama cinsel yönelimden diğer tüm davranışlarına kadar sosyal-çevrenin belirleyici olduğu söylenirdi. Bir başka deyişle öğrenme ve eğitim merkezli sosyal-çevreci bakış açısı egemendi ve psikoloji, biyolojiden daha üstündü. Bu üstünlükten dolayı sözkonusu kesim işi psikolojizme kadar vardırmıştı. Ve her şey aile, çevre ve okul üçgeninde olup bitiyordu. İnsanın her türlü davranışı, duygu ve düşüncesi işte bu aile, çevre ve okul üçgeninde belirlenir ve ona göre şekillenirdi. Sosyal-çevrenin her şeyi belirlediğinin kabul edildiği bir ortamda psikoloji, biyolojiye söz bırakmazdı. Biyoloji de psikolojinin egemenliğine rağmen ama bazı şeyler kalıtsaldır demekle yetinirdi. Biz eşcinseller için psikolojizmin, biyolojizm kadar tehlikeli olduğunu unutmamak koşuluyla şunu sorabiliriz. Ne değişti de kalıtım cephesi öne geçti? Beyin araştırmaları ile genetik araştırmalarındaki yeni gelişmeler, insanın daha sosyal-çevreye adımını atmadan, her şeyinin kodlandığını ortaya koymuştur türünden bir yanıta razı olmak eşcinseller için de ezilenler ve sömürülenler için de göz göre göre tuzağa düşmek olacaktır. Örneğin cehaleti ele alalım: Daha önce cehalet, insanın, zekasını geliştirebileceği ve yaratıcılığını ortaya koyabileceği koşullardan mahrum olmasından kaynaklanırdı. Ama şimdi yani genetik’e göre belirleyici olan sosyal-çevre ve toplumsal koşullar olmayıp kalıtsalcı bir bakış açısıyla söyleyecek olursak doğuştan yani kişinin sahip olduğu genlerdir. Bir kez toplumsal koşullar ve sorunlar görmezden gelindiğinde siyahların beyazlardan daha az zekalı olduğu ve K. Amerikalı ve Batı Avrupalıların diğer ülke insanlarından daha çok zeki olduğu ileri sürülür. Böylece kapitalizmin çözemediği ve çözmek gibi bir niyetinin de olmadığı sorunların üstü bilimsel bir perdeyle örtülür ve kapitalist toplum bilimsel olarak aklanmış olur. Tabi iş bu kadar çığrından çıkınca, bilim adamı denen bu canavarlara, ama gerçekliğin tek bir nedenle açıklanamayacağını hatırlatmak fazlasıyla saflık olur. Bu durumda bizlere düşen, biyolojizmi ve sosyobiyolojiyi teşhir etmek ve bilim denen dokunulmazın maskesini düşürmek için çalışmak olmalı.

Biyolojizm, aslında burjuvazinin ve kapitalist iktidarın gerçek yüzüdür. Yeni Dünya Düzeni ile birlikte mutlak iktidarını ilan eden burjuvazi, artık psikolojinin mızmızlanmalarıyla daha fazla zaman kaybetmek istemiyor. Daha önce hastalıklardan davranışlara kadar, toplumsal koşullar ele alınmadan bir yaklaşımda bulunulmazdı. Daha doğrusu en azından toplumsal koşullar yadsınamazdı. Hırsızları idam da etseler, özel mülkiyet varolduğu sürece hırsızlık ortadan kalkmaz. Yabancı düşmanlığına bakalım: En başta devletler düşmansız yapamazlar. Her devletin, mutlaka iç ve dış düşmanlara ihtiyacı vardır. Gerçekte yoksa bile yaratırlar. Varlık gerekçelerini meşrulaştırmak için bütün devletler buna ihtiyaç duyarlar. Aynı şekilde, bu düşmanlığı, devlet, vatandaşlarına da aşılar. Örneğin, hayatlarında bir tek Ermeni ya da Yunan tanımadıkları halde, milyonlarca Türk, daha çocukluğunda Yunanları ve Ermenileri düşman beller. Bugün Amerikan hapishanelerinin büyük çoğunluğunu siyahlar dolduruyor. Genetik mühendisliğinden önce bunun nedeni köleliğin kalıntıları ve kapitalist Amerikan toplumunun adaletsizliğidir. Genetik ortaya çıkıyor ve suça yatkınlık geninin olduğunu ileri sürüyor. Ne oluyor? Kapitalist toplum, onun yarattığı adaletsizlik ve ırkçılık eleştiriden kurtuluyor. Bunun adı da ‘bilim’ oluyor?

“Bilimsel”lik büyüsünden kendimizi kurtarabilirsek, her şey çok daha netleşecektir. Bilimin özerk olmadığı gibi (olması da mümkün değil, ilaç tekelleri ve devlet buna izin vermez) bütün insanlık için de olmadığını sürekli vurguluyoruz. Sosyobiyoloji ile birlikte bu durum açık ve net olarak ortaya çıkıyor. Sosyobiyoloji 70’li yıllarda ortaya çıkıp, günümüzde yeniden parlasa da çok daha önce insan doğası(?)na tek uygun toplumsal örgütlenmenin kapitalizm olduğunu öne sürenler, başka bir seçeneği olası görmüyorlardı. Örneğin hiyerarşinin, rekabetin ortadan kalktığı, komün’e dayalı, devletsiz bir toplumsal örgütlenmenin insan doğasına uymayacağını ileri sürüyorlardı. Tahakküm ilişkilerinin devamından başka birşey tanımayanların bu politik iddiasına, sosyobiyoloji sözümona bilimsel kılıf hazırladı. Kapitalist toplumu ve onun sonucu olan bütün pislikleri meşrulaştırmak ve mutlaklaştırmak için ortaya çıkan sosyobiyoloji, bütün insan davranışlarının genlerle belirlendiğini ileri sürüyor. Kapitalist iktidarın bilimsel sözcüleri olan sosyobiyolojistler, erkeklerin kadınlar üzerinde kurdukları egemenlik ve üstünlüğün insan doğasından kaynaklandığını ileri sürüyorlar. Yani feministler ve özgür olmak isteyen herkes, boşuna uğraşmayın! Kısaca bugün kapitalist toplumda ne kadar pislik varsa kalıtsal insan özellikleri olduğu bilimsel olarak öne sürülüyor. Gerçi henüz ortada bir kanıt yok ama böyle bir zihniyetin kanıta ihtiyacı da olamaz!

Genetik araştırmalarının gelişmesiyle birlikte, medyanın da şakşakçılığı ile ilan edilen “genetik devrim”e ne oldu? Medya, daha çok “eşcinsel geni”nin üzerine atlasa da binlerce genden söz ediliyordu. Bilimsel amaç olarak sunulan ise başta kalıtsal hastalıklar olmak üzere bir çok hastalığın gen tedavisi ile iyileştirileceği umuduydu. Fakat bugüne kadar hiçbir adım genle tedavinin hastalıkları iyileştirme yolunda etkili olduğunu kanıtlayamadı. (Bu duruma sevindiğimiz sanılmasın!) Her şeyin ama her şeyin bir geni olduğu kabul edildiğinde ortalığı bir gen furyasının kaplaması kaçınılmazdı. Dünyada milyonlarca insan açlıktan kırılırken, tüketmek için tüketen budalalar sürüsüne dönüşmüş Batı toplumlarının insanlarının oburluğunun da bir geninin olması gerekirdi doğal olarak! Tedavi adı altında milyonlarca insan, ilaç tekellerinin önünde sıraya girecek; önce şişmanlat, sonra zayıflat. Her koşulda kazanan tekeller oluyor. Aynı şekilde, eşcinselliğin genetik kökenli olduğu savı, yüzde yüz kanıtlanmamış olsa da medyanın devreye girmesiyle biyolojizmin bayrağı bu alanda da çoktan yükseldi. (Bu arada bir eşcinseli, yarısı kadın yarısı erkek şeklinde resmeden geri zekalıların, erkek eşcinselleri ne kadar tanıdıklarını da anlamış oluyoruz!) Her şeyden önce iradeyi yadsıyan ve insanı kodlanmış ve önceden belirlenmiş bir yaratığa indirgeyen biyolojizm, eşcinselliğin genetik kökenli olduğunu, kendine göre “kanıt”larsa ne olur? Heteroseksizm var olduğu sürece bu sorunun yanıtı bir felaket olabilir! Medyanın bu durumu sunuşunu hatırlayalım: “Sadece yoksullar eşcinsel doğacak”! Eşcinsellik geninin bulunmasıyla birlikte, parası olan aileler, ana rahminde eşcinsel olduğu belirlenen bebeği kürtajla aldırabilecekler! Daha da ileride genetik mühendisliği, ilaç tedavisinin yerini alınca, sağlıklı genler (heteroseksüel geni olarak okuyabilirsiniz!) hastanın DNAsına enjekte edilecek ve bu genler bozuk genlerin (eşcinsel geni!) yerini alacak. Bu işlemler büyük maddi güç gerektirdiği için “eşcinsellik” birçok hastalık gibi yoksul kesime özgü bir özür haline gelecek. Şimdi anlaşıldı mı biyolojizmin ve genetik mühendisliğinin ne olduğu?

Psikolojisi, biyolojisi bir yana bir bütün olarak bilim, masum değildir. Bilim, “bilimci”lerden bağımsız olarak, onların kadın, erkek, eşcinsel, siyah, beyaz... olmalarının üstünde, kurumsallaşmış bir yapı olduğundan aynı zamanda bir İKTİDAR olma özelliği de gösterir. Bir iktidar olarak bilim, kapitalist iktidardan ayrı düşünülemez. Dolayısıyla kapitalist işleyiş ve zihniyet, Bilim’e de egemendir. Bu egemenlik ilişkisinden doğal olarak ezilenlere, baskı altında tutulanlara olumlu bir yaklaşımın çıkma olasılığı çok düşük. “Bilimsel”lik büyüsünden kendimizi kurtarabilirsek, herşey çok daha netleşecektir.

Psikolojiden kaçarken biyolojinin tuzağına mı düşeceğiz? Bilimdir deyip teslim mi olacağız? Artık birinden birini seçmek zorunda olmadığımızı öğrenmek zorundayız. Dayanışma ve mücadele gibi bir yol da var.

Kaynak: Kaos GL, Ocak 1996, Sayı 17, "Gay'e Efendisiz"


Etiketler:
İstihdam