29/06/2018 | Yazar: Can Yaman
Son yıllarda olağanüstü şartlarda dahi bu etkinlikleri sürdürebiliyorsak sanırım bunda hatırı sayılır bir biçimde Judy’in payı var.
Son yıllarda olağanüstü şartlarda dahi bu etkinlikleri sürdürebiliyorsak sanırım bunda hatırı sayılır bir biçimde Judy’in payı var.
İstanbul’daki LGBT hareketini fiili olarak bıraktığım 2000’li yılların ortasında, bana yöneltilen en sert eleştirilerden biri, “sen git evinde madonna cdlerini dinle” idi. LGBT goygoyculuğu yaparken sırtımın sıvazlandığı ama hareketin değişen dinamiklerine dair reel eleştiriler getirirken aynı müsamaha gösterilmediği dönemlerde belli ki birilerini çok sinirlendirmiştim. Benim gibi batı popüler kültürüyle beslenen beyaz, orta sınıf bir lubunya için geliştirdiğim tavır, elbet referans alarak edindiğim donanıma götürecekti beni. Ama asıl sorun, bunu görmezden gelenlerin, daha sonra bunu bana karşı kullanmalarıydı. Hâlbuki her özne, evrensel kurallardan hiçbir destek almaksızın, kendine hâkim olmak, kendi tarzını inşa etmek, kendi içindeki tezatlarını uyumlulaştırmak zorundaydı. Deyim yerindeyse kendini icat etmeli, özne olarak üretmeli, kendi tikel yaşama sanatını bulmalıydı. Benimki de buydu. O yüzden ikonlara ihtiyacım oldu.
Kafalardaki devrim öncesi “dumurda” herkes kendi tikel savaşını verirken, toplumsal ilişkiler, sermayenin tahakkümü altında olmaya devam edecek, cinsiyetler arasındaki ilişkilerde her zaman cinsiyetçilik olacak, her daim bir dünya savaşı tehdidi olacaktı. Siyasi ve toplumsal özgürlüklerin askıya alınması tehlikesi cabasıydı. İşte bu düalite, Judy ve benzeri imgelerin evrensel olarak hayatımızda önemli bir figür olmasını kaçınılmaz kılıyor.
Çünkü Judy de bizim gibi hayatı daha çocukken deneyimlemiş, çocukluğunu yaşayamamış bir pre-ergendi. Kendi iradesini ortaya koyamazken sahneye itilmiş, çok küçük yaşta çok büyük işlerin altına girmişti. Öyle ki ileriki yaşlarda annesinden bahsederken nefretle onu anacaktı.
15’lerinde çocuk yıldız olarak lanse edilen Judy, asıl çıkışını 1939 yapımı Oz Büyücüsü’nde rol alarak yapacaktı. Dönemine göre çok büyük bir bütçe ve kadroyla inşa edilen yapım, gerekli maddi dönüşü sağlayamayacak ama hafızalarda, özellikle beynelmilel LGBT camiasının belleğinde yer edecekti.
Ben tesadüflere inanan bir insan değilim. Judy gibi yetenekli fakat kırılgan bir kızın, kült denilecek bir filmde başrol alıp, bir efsaneye dönüşmesinin de tesadüften çok Tanrı’nın güzel bir oyunu olduğunu düşünüyorum. Amerikan’ın Kansas eyaletinde büyük anne ve babasının çiftliğinde köpeği totoyla gününü geçiren bir kızın, akıl almaz bir yolculuk serüveniyle Oz’a, yani hayallerin ötesine bir yere varmasının düşü beyaz perdeye yansırken, “kalbi hala genç atanlar” için kurtuluş biletinin gizli şifrelerinin yerleştirildiği bir enigma olacaktı.
Film çekilirken 17 yaşında olan Judy, daha küçük göstermek için zayıflamak ve çok antrenman yapmak zorunda kalacaktı. Zayıflamak ve zinde kalabilmek için de haplara ihtiyaç duyacaktı. İlerleyen zamanlarda bu haplar onun iyi birer sırdaşı hatta onu uğurlayan son yolcusu olacaktı. Yaklaşık 5 evlilik yapan Judy, hiçbirinde aradığı mutluluğu bulamayacak hatta kızlarından birinin ( Liza Minelli) babasının gey olduğunu sonradan öğrenip, ondan da boşanacaktı. Oz Büyücüsü’nde yer alan yan erkek karakter oyuncularının da gey olduğunu sonradan öğrenip, filmde yer almaktan çekinen Judy, belki kendisinin dahi tahmin edemediği şöhret ve hayranlığa gene o kitleyle kavuşacaktı. Son dönemlerinde yapılan röportajların birinde, eşcinsel hayranları olmasını nasıl değerlendirdiği sorulunca, o bundan gurur duyacağını söyleyecekti. Defalarca intihar teşebbüsü, özel hayatındaki düş kırıklıkları ve bunların sonucu alkol ve uçuşturucuya bağımlılığını hesaba katarsak, bir amerikan yıldız tilbesiyle karşı karşıya olduğumuzu göreceğiz.
Olağanüstü sahne performansı ve sesiyle yeteneğinin nerdeyse zirvesi sayılacak “Bir Yıldız Doğuyor” filminde adeta kendisini canlandıracak ama gerekli takdiri akademi ödüllerinde bulamayacaktı. Onu büyük yıkıma götüren sebeplerinin başında bu yenilgi gelecekti. Sanırım Judy gibi kazanmak için her donanıma sahip birisinin hayata karşı bu kadar yenik olması, tam da “bizi” tarif ettiği için uluslararası camiada takdir gördü. Evet, değişik coğrafyalarda ve kültürlerde yer alıp farklı dillerde konuşabiliriz ama acının dna’sı her yerde aynıydı ve Judy bu şifreyi çözen anahtardı.
Amerikalı bir grup gey erkeğin hayatından kesit canlandırılan “Queer As Folk” dizisinde, karakterlerden biri ölür ve başka bir karakter onu rüyasında görür. Alışageldiği gibi dini argümanların aynı ezberi taşıdığı dünyamızda burada olduğu gibi Amerika’da da cehenneme gideceğimizi düşünenlerin sayısı bir hayli fazla. Bu algıyla arkadaş, ölen karakteri cennette görünce şaşırır ve neden burada olduğunu sorar. Cevap hazırdır: Tanrı Judy’i seviyor. Bir başka eski ama anlamlı bir amerikan filmi olan “Boys on the Band” de doğum günü kutlanacak gey, ev hazırlığı yaparken Judy’nin “get happy” şarkısını söyler ve onu taklidini yapar. Madonna ve Rupert Everett’ın başrolünü üstlendiği “Next Best Thing” de, bir gey ve onun kadın kankası arasında geçenler anlatılırken, gey karakterin eve gelen misafire “Judy mi Frank (Sinatra) mi?” sorusunu sorması, misafirin cinsel yönelimine dair bir zarftır.
Bu ve benzeri örneklerin çok olmasının elbet tek özelliği, Judy Garlandla başlayan cümlenin (özellikle amerika’da), eşcinsellikle sonlanıyor oluşudur. İşin tatlı ve muzip yanı bu ama “bizi” (Türkiyeli LGBT’leri) daha ilgilendiren konu ise Judy’nin ölümü. 1969’da Judy Garland Londra’daki evinde trajik bir intiharla hayatını kaybettiğinde eşcinsel camiada infial uyandı. Herkesi yasa boğan bu şok gelişme, benzetmek gibi olmasın Türkan Şoray’ın ( Allah uzun ömür versin) ölümüyle eş değerdi. Yani sadece gey camiayı değil, tüm yurdu saran bir yastı bu. 22 Haziran 1969’da hayatını yitiren Judy’den tam bir hafta sonra, polisin genel kontrol amaçlı taciz ettiği New York’daki Stonewall barındaki isyan, bugün sokaklarda, iş yerlerinde, evde ve tüm dünyada haykırışımızın fitilini ateşleyen nüve olacaktı. Döneme dair çekilen belgesellerin birinde, “sanırım bu isyanın nedeni judy garland’dı” diyen geyler vardı mesela. Tam da buna istinaden 2000’li yılların başında kezban bir lubunyayken katıldığım ilk onur haftası etkiliğinde ki o vakit kamusal alana daha çıkamamıştık, konuk yazarlardan biri, “böyle gizli saklı neyin onurunu kutluyorsunuz, Türkan Şoray’ın ölümünü mü bekliyorsunuz” diyecekti. Bu, açık bir Judy Garland göndermesiydi. Neyse ki tam iki sene sonra hamdolsun, Türkan Şoray yaşarken, kuruluşundan beri açık yapılamayan onur etkinliklerinin 10. senesinde lambdaistanbul, kamusal alanda ilk onur yürüyüşünü gerçekleştirdi. Son yıllarda olağanüstü şartlarda dahi bu etkinlikleri sürdürebiliyorsak ve dünyanın her yerindeki kardeşimizle bir bütün olabiliyorsak sanırım bunda hatırı sayılır bir biçimde Judy’in payı var. Her şey için çok teşekkürler Judy. Seni çok ama çok seviyoruz.
*KaosGL.org Gökkuşağı Forumu’nda yayınlanan yazılardan yazarları sorumludur. Yazının KaosGL.org’ta yayınlanmış olması köşe yazılarındaki görüşlerin KaosGL.org’un görüşlerini yansıttığı anlamına gelmemektedir.
Etiketler: