16/04/2014 | Yazar: Emre Korlu

Kulağı çekilip, yemek masasından kaldırılan ve sürekli evin diğer erkekleri gibi olmaya zorlanılan Azizi olmak mide bulandırıcıydı.

“Erkek bedeniyle kadınsanız ve bir başka kadına aşıksanız.Herkes uyur ya da sanılanın aksine siz ayaktasınızdır.Zira umutsuzlukla veyahut beceriksizce işlenmiş bir cinayetin maktulü olmak zordur.”
 
“Size göre buna cesaretim yoktu.Yani,Nurten’e söylemeye...On üç yaşımda onun yerine kerrat cetvelini ezberlemeye yeltenecek kadar cesur bir kadın olduğumu
bunun benim için ne denli önem taşıdığını bilemeyecek kadar umarsızdınız.”
(Benim hikâyem bilmem kaçıncı sayfa)
 
“Nurten, bana yasaktı. Bilemezsiniz, dudaklarında kaç milyon kez öldüğümü...
Evinin kadını oldu,bir polisin karısı,kumarbaz Süleyman’ın gelini,gurbetin gurbetçisi...
Zayıfladı, epeyce küçüldü. Avucuma sığdı bir gün. Sonra o ahşap panjurların arasından beni kısa kahvaltılara uyandırdı.Yatağıma da girdi. Dokunduysam iki gözüm önüme aksın!”
(Bir Feriköy Mersiyesi)
 
Onun da madam Feri kadar şanslı olmasını istemiştim. Belki de tek kabahatim buydu. İlla padişah diye diretilenin dışında bir madam da sevdiği kadına semt satın alabilirdi. Bu oldukça olağandı.
 
Göğüs kafesinin üzerindeki deri örtüsüne bakıp memelerinin niye büyümediğini düşünen çocuk için bunun hayalini kurmak, cebire yönelmekten daha kolaydı. Kulağı çekilip, yemek masasından kaldırılan ve sürekli evin diğer erkekleri gibi olmaya zorlanılan Azizi olmak mide bulandırıcıydı.
 
Kendi ağıdını yakan kadınlardan biriydi babaannem ve o cenaze merasiminde sülalenin diğer dişileri de kendilerine geçerli bir ölüm nedeni bulmaya çalışıyorlardı. Tam da o sırada
 
Nurten’in, annesiyle kapı eşiğinden girdiğini görüyordum. Simsiyah iri gözleri ilk önce bana ilişiyordu. Yanıma yaklaşıp adımı soruyordu.
 
Yarım ağız “Azizi”diyordum
 
Nurten’e nasıl da değişik geliyordu bu isim.
 
Öyle ki anlamını soracakken susturuyordum onu. Yüzünü asarak ayrılıyordu yanımdan.
 
Babaannemin tabutunun baş kısmına beyaz,kenarları gül oyalı çember iliştirilirken şaşırıp kalıyordum. Kimse bilinmezlikte süslenmek istemez.
 
***
 
Aradan geçen on yılın sonunda afilli kabadayılara harç ödemekten bitap düşmüş ağabeyimi hapishaneden saldılar.Tıpkı bir zavallıya benziyordu. Babaannemi ve gül oyalı çemberini unutalı çok olmuştu zira o bu acıyla daha yeni yüzleşiyordu. Neden bilmiyorum lakin babamdan nefret etmemize rağmen en az onun kadar aksi olan büyük anneyi sevmiştik.
 
Bir güvercinin kanadını iyileştirmesi bile yüreğimizdeki sevgiyi kazanmasına yetmişti.
 
Çoğu zaman, sırf bunun için cennete gitmiş olabileceğini düşünürdük.
 
***
 
Eminönü’nden Feriköy’e yalnızca Nurten’i görmeye giderdim. O dışımı görürdü ama ben onu içimdekiyle severdim. Mahallenin içerisinde ve dört duvar arasında saklamak zorunda kaldığım kadınlığımla...
 
Nurten bana ermeni sevgilisinden bahsederdi. Feriköy’e kiraz mevsiminde gelip giden Nazar’ın, akrabalarını görme bahanesiyle geldiği bu semtte buluştukları çay bahçelerinde onu nasıl öptüğünden...
 
Sahi ben beli ince, yüzü ay ışığı kızı hiç öpemedim. Öpsem ona anlatamayacağım şeyler vardı. Gönül razıydı ama dil duaya alışıktı bir kere...
 
***
 
Cicili bicili elbiseler almıştım. Yo, Nurten’e değil, kendime. Babam, Davut amcayla pişpirik oynamaya gittiğinde, bana kalan evde, giyinip dans etmek için...
 
Seyyal Taner “Naciye” dedikçe kalçamın ritmine ayak uydurmaya çalışırdım. Severdim dans etmeyi...
 
Nebahat teyze kedilerle inatlaşırken,kimliğimi Nurten’le paylaşmak isterdim.Sonra sönerdi ışıklar.
 
Kimse sonsuza kadar saklanmak istemez.
 
***
 
Nurten’in evlendiği yıldı. O Ermeni gençle değil, üst mahalleden bir polisle...
 
Harcamışlardı onu. En azından neredeyse tüm Feriköy böyle düşünüyordu. “Kumarbazmış adamın babası, gurbete gelin gidecekmiş, Nurten.”
 
Bir gece yarısı alıyorum peruğumu, yapıyorum makyajımı, giyiyorum ipekten mini elbisemi...
 
Çıkıyorum Galata Kulesi’ne. Davut sızmış; babam kim bilir hangi kadının yatak nöbetinde? Yarın ne olacağını bile bile istanbul’u seyrediyorum gözlerim kapalı.
 
Aniden, on üç yaşımda, Nurten’e küstüğüm gibi Orhan Veli’ye de yüz çeviriyorum. Anlayacağınız, o an İstanbul’u değil de Nurten’in yanında olmayı tercih ediyorum.
 
Atladığım gibi bir taksiye, Nurten’in evinde alıyorum soluğu. Öylesine, hayaliyle demlenmek için kıvrılıyorum yatağına. “Ne de olsa evlendi. Almanya’nın herhangi bir köyüne yerleşti.” diye düşünürken içeri giriyor, Nurten. Bilekleri neredeyse babamın ayyaşlığının hıncını sırtımda kırarak çıkardığı sopalar kadar zira elleri narin ve teni ağlayan gelin çiçeği kadar taze...
 
Uzanıyor yanıma, sırtından dolanıyorum beline. Biri bana bunun hayal olmadığını söylesin diyorum ya da unutulmasın “Nurten’i ne kadar çok sevdiğim...”
 
***
 
Yani, herkes bir gün ölüyor babaanne ve bazısı tabutunun uç kısmına takılması muhtemel olan şey için uğraş veriyor. Gül oyaları anlaşılmasın diye henüz kimliğini kimseye anlatamamışken, yönelimini söyleyemiyor.
 
Nurten o gece ile ilgili hiçbir şey konuşmadı. Kocasının yanında yürürken arkasını dönüp yüzüme bakabileceği o birkaç saliseyi aradım.
 
Aramaktaydım…
 
Dayak yedikçe terden yüzüme yapışan saçlarımın, kurtulmaya çalışırken sobaya değen parmaklarımın, o küçük mavi tüpün alevinde kül olan kirpiklerimin yok oluşuna kimse tanık olmadı. Ağabeyim topladı tası tarağı girdi çıktığı deliğe...
 
Ben halen o kısacık anın arayışındaydım.
 
Bez bebeği, Rumeli Yakasını Anadolu Yakasına bağlayan o yeşil uçurumda buldular. Nurten’i en çok özlediği o yerde... 

Etiketler:
İstihdam