10/12/2014 | Yazar: Irmak Keskin
Ev bir mülk değil, bir alan, bir buluşma noktası, bütün çirkingillerin anlayamayacağı güzelliklerin bir araya gelme noktası.
Çok yakın olan bir bugünde, yıkık dökük, terk edilmiş bir haldeyken bir anda kapıları açılan, ocağı yanan, demlenen çayların bütün canlılarla paylaşıldığı bir evin hikâyesini anlatacağım bugün size, aslında bu evin hikâyesiymiş gibi görünse de sadece hikâyenin parçalarının anlayabileceği çok başka bir şey saklı olacak derinlerinde...
Bir parkta başlıyor hikâye aslında, bu parkın hikâyesi benim için anneannemden geliyor. Çocukluğunda arkadaşı olan komşularının bir gün artık komşusu olmadığı zamanlarda, taaa anneannemin annesi onları götürürmüş bu parka, oynasınlar, hava alsınlar, koca şehrin içinde yeşili sevsinler diye. Sonra gece hikâyeleri geliyor parkın, bir yasaklar dünyasına dönüşen gece ziyaretçileri yıkıyor bütün bilinenleri. Topuklu ayakkabı sesleri tıngırdıyor kaldırımlarında, birbirine yabancı iniltilerin şahitleri seks işçileri, “tövbeler tövbesi” geyleri, transları dolaşıyor ağaçların altında, müşterileri peşlerinde. Derken bu tövbelertövbesigillerin evleri basılıyor, kapıları mühürleniyor, saçları kesiliyor, çığlıkları gene bedenlerinden geliyor; ama bu sefer her hortum darbesinin ardından. Bu parkın merdivenlerinde toplanıyorlar günün birinde, bir açıklama yapıyorlar, kendilerini açıklamak zorundalar çünkü onlar hep, çünkü onlar hep onlarlar…
Aradan vakitler geçiyor, evler değişiyor, dükkânlar markalaşıyor, binalar ticarileşiyor, yeşiller tek tek sökülüyor, her şey betonlaşıyor derken, nasıl oluyorsa bu park arada unutuluyor. Ama tabii rant denen belanın ve onun sadık cüzdanlarının bu unutuşu fazla uzun sürmüyor, sıra geliyor savaşsevergillerin burayı topçu kışlası yapacağız diye tutturup ağlamasına.
Hepimizin bildiği parkın bu hikâyesini bir kez daha anlatmaya gerek yoktur herhalde…
Şiddetdüşkünügillerin artık zehirlerini temizlemeye uğraşırken parkın yeşil yerlileri, başka başka parklar açıyor kollarını başkabirdünyanınsadecebirdüşolmadığınıanlayangillere, artık bir düş değil de gerçek olabileceğini gören bu giller cüzdanların geçersiz olduğu yolları çoğaltıyor, önce kendileri dönüşüyor sonra her şeyi dönüştürmek istiyor; tıpkı o hikâyedeki kralın “aslında önce kendimi değiştirmem lazımmış” dediği gibi…
Tövbelertövbesigiller de bu arada artık tövbelertövbesigiller olarak değil, tanışmak için açıklıyorlar kendilerini her yerde, o zamanlardan gelen renklerini paylaştıkça daha da büyüyorlar sürekli, onların hikâyelerini de kulağınızı biraz açtığınızda fısıldayacaklardır size…
Derken derken havalar soğuyor, parklar bahçeler eski sakinlerine, yerli kedilerine, köpeklerine bırakılıyor. Tabii yerli halkı terk edilmiyor, artık onlar da dost, yemekler bırakılıyor, üşümesinler diye kulübeler yapılıyor özenle onlara da.
E hikâye burada bitemez tabii, yarım kalan hikâyelerin lanetine inanır bazı hikâyeciler.
İşte tam bu noktada tanışılıyor terk edilmiş harabe evle de. Barların gürültüsüyle kilise çanlarının birleştiği sokakta, yıllardır unutulmuş haldeyken aralanıyor kapıları evin. Ama küstürmemek lazım tabii evi, neler yapılabilir, nasıl zarar verilmeden onarılabilir, neresi sağlam neresi yaralı, yaralarını tamir etmek mümkün mü diye bolca sorularla, çözümlerle geçiyor zaman. Çaylar demleniyor, uzun uzun sohbetler başlıyor. Tabii rantgiller rahat durur mu? Hemen gönderiyorlar kimsenin anlamadığı dillerdeki kâğıtlarını. E pek takanları da olmuyor aslında, onlar da bırakıyor kendi haline evi, başka evraklar dağıtarak daha da zengin olmanın peşine düşüyorlar bir süre.
Ev ahalisi büyüyor, çeşitleniyor. Atölyeler, forumlar, buluşmalar, ortak mutfaklar, sergiler derken kapısı kapanmıyor neredeyse. Yoldan geçenin “bir çayınızı içerim” dediği, bittiyse kendinin demlediği bir yaşam alanına dönüşüyor. Odalar nefes almaya başlıyor, üst katlar perili halinden sıyrılıp renkleniyor, sesleniyor…
Tabii güzelolandannefretedergiller rahat dururlar mı hiç? Başlıyorlar üst üste o anlamsız kâğıtlarını göndermeye. Suçlubulmayısevergiller başlıyorlar birileriyle muhatap olmaya çalışmaya; ama anlamıyorlar bir türlü, eve gelen herkes evin yerlisi aslında… Anlamıyorlar ya, anlamadıkları için daha da kızıyorlar içten içe, bir Cuma sabahı geleceğiz, boşaltın gidin diyorlar. Her zaman söyledikleri yalanlarından birini daha ekliyorlar böylece listeye korkularının ardına sığınarak ama çaktırmamaya da çalışarak gelmiyorlar.
Ev gündelik haline dönüyor hemen, bir tedirginlik içeride; ama omuzlar birine değdikçe, eller tutuldukça kolay da değil bırakıp gitmek, herkes biliyor bunu, bu ısıtıyor ortamı.
Sarayahalisininensevdiğideğnekgilleri kapatıyor aniden sokakları bir sabah vakti. Arabalar: geçemez. İnsanlar: geçemez. Etten bir duvarlar; ama etin içindekini kaybetmişler, öylece dikiliyorlar. Bir kısmı kırıyor kapılarını evin, bunca zaman bir yerine bir şey olmasın diye uğraşılmış bütün odaları talan ediyorlar. Tek tek topluyorlar, yıkıyorlar, parçalıyorlar, kamyona yükleyip götürüyorlar her şeyi, savaşsevergillerden korunmak istenen Çocuklar’ın oyuncaklarını bile… Kapısını lehimliyorlar evin. Ev onların değilse kimsenin olamaz çünkü, çünkü orası bir ev değil onlar için, çünkü onları ellerinde tutanlar için hep para oraların değeri, çünkü evi unutmuş gibi yaparlarken daha da çok para ettirdiler aslında evi…
Şimdi o sokak saraylar değil, paylaşımlar isteyen, gülen, kahkaha atan, çay demleyen, şarkılar söyleyen, şiirler yazan, tüketime değil de üretime inanan umutlarla dolu. Ev bir mülk değil, bir alan, bir buluşma noktası, bütün çirkingillerin anlayamayacağı güzelliklerin bir araya gelme noktası.
Saraylar savaş getirir, güç isteği daha fazlasını istetir, sarayların dışındaki evlere sınıflar verir, hepsini sömürerek, tüketerek kontrol etme isteği salar, egoları şişirir. Oysa ki bazılarımız başka bir dünyanın mümkün olduğuna inanan çocuklarız. Bu yüzden varolan şiddet döngüsünün dışına çıkabilmek için “öldürmeyeceğiz ölmeyeceğiz kimsenin askeri olmayacağız” diyoruz, bu yüzden ortak mutfaklar kuruyor emeği ve yemeği paylaşıyoruz, parklar bahçeler için kitaplar okuyoruz, bostanlar kurup sürdürülebilir bir yaşam düşlüyoruz, bisikletlerimizi pedallıyoruz, dans edemediğimiz bir dünyayı, özgürce kahkaha atamadığımız bir yaşamı reddediyoruz.
Hikâye daha bitmedi, bu daha giriş kısmı öykümüzün. Kendimizi kendimiz yazmaya, sevgimizi, barışımızı her dokunana bulaştırmaya devam edeceğiz, çünkü biz hep çok güzeliz!
Gelip bir çayımızı içmez misin?
Etiketler: