04/12/2018 | Yazar: Bora Şahinkara
Bir bahçede falan, farklı renkler rastlaşıp da gökkuşağı oluşturmayıversin; işte böyle kimi güler yüzlü kimi sopalı falan bu renkleri hemen sınıfın ayrı köşelerindeki sıralara dağıtan birçok yöntemi devreye giriyor otoritenin.
Bir bahçede falan, farklı renkler rastlaşıp da gökkuşağı oluşturmayıversin; işte böyle kimi güler yüzlü kimi sopalı falan bu renkleri hemen sınıfın ayrı köşelerindeki sıralara dağıtan birçok yöntemi devreye giriyor otoritenin.
“Bütün renkler aynı hızla kirleniyordu,
Birinciliği beyaza verdiler.”
Der ya meşhur kısa Özdemir Asaf şiirlerinin bir tanesinde; Ege Üniversitesi (Edebiyat Fakültesi önü) en beyaz, en umutlu hissettiren alanlardan biriydi. Tüm ülke aynı hızla kirlenirken, en çok dikkat çeken değişim görüntülerinden biri Ege Üniversitesi'ninki olmuştur sanırım daha henüz 2013, 2014 yıllarında o havayı soluyor olan bizler için.
Fiziksel olarak bir alanın tarumar edilerek kolektif hafızanın silinme çabasını yakından (/içinden) gözlemlemek de fena hissettirirmiş.. En son Edebiyat Önü'nde gündüz, yeşil, güzel bir günde ayrılmışken; demir sacların dikildiği, kapılara turnikelerin konulduğu dönemde ilk okula girip de o alandan geçişim, okul içindeki bir tiyatro oyununu izlemek için gece olmuştu. Demir saclarla, darlaşmış o yollar, karanlık, soğuk, insansız ve hayvansız; bir ülkede faşizmin yükseldiği dönemi anlatan bir belgeselin içinde gibi hissediyordum yürürken. Yönetmen o değişim atmosferini burada oldukça hissettiriyordu.
Fotoğraflar 2014'ten.
Hiç bilmeyen için detaya gireyim biraz: Ege Üniversitesi Edebiyat Fakültesi önündeki çimler okulun öğrencilerinin tam bir sosyalleşme mekânıydı. Sanırım bir üniversite ortamının olması gerektiği gibi bir ortamdı. Ülkenin dört bir yanında, Anadolu'nun, içinde bir sürü renk barındıran o coğrafyanın her köşesinden birer numune gibi, aile evinden kopup gelmiş gençler görürdüm. Okul duvarların içindeki kimi harika kimi eleştiriye şayan akademisyenler eşliğinde yürüyen eğitimi; duvarların dışına taşıyan; tam da olması gerektiği gibi o bilgileri duvarlar dışında akıp giden hayatla; farklı bakış açılarıyla, kendinden farklı dünyalarla (insanlarla) çarpıştıran ve o bilgilerin ve yorumların çarpıştıkça yeşermesine mekân olan elverişli bir karşılaşma/buluşma noktasıydı. Bir çoğulluk, bir tartışma ve dayanışma kültürünün simgesi halindeydi Edebiyat Çimleri.
Duvarların dışındaki bir başka okuldu.
Bir mesele olur, kermes yapılırdı. Hayata dair tartışmalar çıkardı. Kavgalar da olurdu elbet. Okuduğu okulun bölümünün hayattaki tek seçenek olmadığını gözlemlemesi için çok sayıda fırsattan biri de: Kimi öğrencilerin yapıp getirdiği bileklikler, bit pazarından veya başkalarının işe yaramayan kitaplar gibi çeşitli materyaller sattığı, çeşitli fikirler, etkinlikler duyurduğu tezgâhlardı. Patronsuz zanaatlara dair de akıllara ilham verici fikirler düşüren… Dedikodular… Flörtler… Önemli haberlerin kafadan kafaya akışı…
Özgürlük tahayyülleri ve çeşitlenen, kesişen, birleşen, ayrılan özgürlük mücadeleleri… 7 rengi kimine göre sürreal kimine göre reel bir tablo gibi kılardı orayı. Her birinin kendi partisyonunu (kendi notalarını) çaldığı ve bir arada dinlendiğinde çoksesli bir müzikal eseri ifade eden 40 enstrümanın bir araya geldiği orkestra gibiydi kimi zamanlar. Özellikle de bir tehlike anlarında… İnsanların sokakta olması, bir araya gelmesi, yüz yüze konuşmaları gittikçe azalan bir kültürdür ama hâlbuki bu kültürden hayır doğar genellikle tabii... Yani ‘hayır’ dediğim aslında nefes alabilmek, yaşayabilmek, insan olduğumuzu daha çok hissedebilmek; hayvanlarla, doğayla, diğer insanlarla daha nitelikli iletişimimizi mümkün kılan genel resimden bahsediyorum. Tabii ki bu resmin içerisinde, hayatın içerisinde nahoşluklar da olacaktır, hoşluklar da.
Nihayetinde, bu çok renklilikten kimler rahatsız olur bir düşünün. Bahsettiğim tehlike anlarının müsebbibleri de işte onlardı. Akademisyenlerden de bahsetmiştim az önce ve iki gruba ayırmıştım; onların ‘harika’ diye nitelendirdiklerimi çok büyük oranda tasfiye ettiler. Turnikeler ve kaba davranan güvenlik görevlileri koydular kapılara. Duvarları boyadılar. (Dünyada, sokaklardaki hiçbir duvarın üzerinde duvar yazısı veya graffitti olmadığını düşünün.) Bu konuyu dertleştiğimiz Sultan da bana son ‘ilerlemeler’den biraz bahsetti: Yamuk duran ağaçları bile kesilmesi, dik ve nizami duran ağaçlar, dini motiflere gönderme yapan büyük bir giriş kapısı inşası, içeriye de -herhalde çok ihtiyaçtan olacak ki...- bir cami… En başlarda bahsettiğim demir saclar; bu çimlerin etrafına bir duvar gibi çekildi. Öğrenciler okul binasındaki derslerinden çıkıp, çimlerde karşılaşmasınlar ve doğrudan evlerine/yurtlarına gitsinler diye herhalde. Veya yeni nesillerin orada öyle bir buluşma alanı kültürünün olabileceğine, bir okulun böyle olabileceğine, genelde de özgürlüğün nasıl bir şey olabileceğine dair tahayyüllerini geliştirebilecek rastlaşma ihtimallerini azaltsınlar diye de olabilir. Mekânsal hafızayı silmek, kolektif hafızayı silmenin büyük yöntemlerinden biri. Kolektif hafızayı silmek de özgürlük tahayyülünü silmenin... George Orwell'in 1984'ünü okumamış olanlar bunu düşünerek eline alabilir kitabı mesela.
Veya kentsel dönüşüm gibi de düşünebilirsiniz. Hayatta kalmak için dayanışma kültürünün ister istemez çok geliştiği trans gettolarına yapılan kentsel dönüşüm müdahalesi ile kenetlenmiş komşu transları bir de borçlandırılarak, güvenlikli sitelere dağıtmak gibi tıpkı veya. ‘Trans mahallesi’nin ‘bizim komşu Azra’sıyken; sürgüne gönderildiği güvenlikli sitede yalnız yabancısı olarak ‘o birinci katta oturan dönmenin evine giren çıkan belli değil, ne iş yapıyor tövbe tövbe, imza toplatalım siteden attıralım’a mahkûm edilmesi gibi. Yani ki, şöyle bir bahçede falan, farklı renkler rastlaşıp da gökkuşağı oluşturmayıversin; işte böyle kimi güler yüzlü kimi sopalı falan bu renkleri hemen sınıfın ayrı köşelerindeki sıralara dağıtan birçok yöntemi devreye giriyor otoritenin.
Ege Üniversitesi ile en son deneyimim okuldaki bir film gösterimine gitmeye çalışmamla olmuştu. Okulda (en azından bildiğimiz fakültelerde) tasfiye edilmemiş, çok az sayıda kaldığını bildiğimiz değerli hocalardan biri olan İletişim Fakültesi'nden Hilmi Maktav'ın; zamanında elbette düzenli film gösterimleri organize ettiği okul salonu onun elinden alınmıştı. O da uzun süredir bu film gösterimlerini sürdürmeye ve duyurmaya devam ediyor her Perşembe “Saat: 16:30, Yer: ... Hocanın Odası” şeklinde. İşte buradan da takip edebileceğiniz bu gösterimlerden birine gitmeye çalışırken kapıda, okulun öğrencisi olmadığım için sanki bir hapishane görüşüne gidecekmişim gibi hissettiren iki güvenlik görevlisinin beni durdurup, canları sıkıldığından olsa gerek ve sanki onlarla uzun bir muhabbete düşmemi umarlar gibi 'içeride ne işin var, anlat bi' derdini hele' şeklinde bir iletişim girişimleri oldu. Sultan'ın bana söylediği anahtar, burada kendilerine tembihlenen işi yapan bu kişileri tatmin etmedi: “... Hoca'nın odasına gidiyorum” dersem, beni alacaklarını söylemişti Sultan. Prosedür şöyleymiş ki: ... Hoca'nın telefon edip “Şu kişi misafirimdir” diye bilgi vermesi gerekiyormuş. O gün o an internete erişimim yoktu telefon numarası bulamadım ama bir dahaki sefere (bu Perşembe) organizasyonun telefonunu arayarak veya tanıdık (Sultan) yardımıyla içeri sızıp, çok tehlikeli bir işe girişerek kamuya açık bir şekilde duyurulan ve okulun öğrencisi olsun olmasın herkesin davetli olduğu film gösterimine katılmayı planlıyorum. Başıma bir şey gelmese bari.
Not: Kolektif hafızayı kaybetmemek için gerekirse küçük not kâğıtlarına yazıp birbirimizin ellerine tutuşturmalıyız gerçekleri. İşte Ege Üniversitesi'nde son yıllara dair daha çok detayın toparlandığı bir yazıyı da okumak isterseniz: “Ege Üniversitesi'nde Neler Oluyor”.
*KaosGL.org Gökkuşağı Forumu’nda yayınlanan yazılardan yazarları sorumludur. Yazının KaosGL.org’ta yayınlanmış olması köşe yazılarındaki görüşlerin KaosGL.org’un görüşlerini yansıttığı anlamına gelmemektedir.
Etiketler: