31/05/2014 | Yazar: Yasemin Öz

O gece orada olan bizler hiçbirimiz oraya gelirken beraber bir eşik geçeceğimizi bilmiyorduk muhtemelen.

O gece orada olan bizler hiçbirimiz oraya gelirken beraber bir eşik geçeceğimizi bilmiyorduk muhtemelen. Orada ucu bucağı görünmeyen, birbirinden farklı, kim olduğumuzu karşılıklı bilmediğimiz on binlerce insan bir anda bir araya gelivermiştik. Bu ülkede kimsenin daha önce şahit olmadığı bir toplanma biçimiyle bu isimsiz kalabalık bir anda adı konulmayan bir “biz” oluvermişti.
 
Bu topraklara örttüğünüz karanlık, sermayeniz, işkenceniz, katliamlarınız, çeteleriniz, tetikçileriniz kurtaramıyor işte sizi. Birkaç ağaç, birkaç çapulcu yüzünden koltuklarınızda terliyor, şafak aydınlanırken açılan gökyüzünden korkuyorsunuz. O gökyüzünde gökkuşağını göreceksiniz.
 
Ve bunca yıldır yaşanan hiçbir zulme karşı olmayan şey bir park için olmuştu!
 
Kaos GL dergisi, Eylül-Ekim 2013, #direnayol, sayı: 132
 
Park Dediğin Nedir?
Gezi Parkı’na ilk defa İstanbul’a taşındığım 2007 yılında gitmiştim. Pınar Selek götürmüştü beni. Çay bahçesine oturduk, çay söyledik. O an benim çocukluğumun parklarına kavuştuğum andı. Hem deniz gören hem yeşil ve gölge hem merkezi bir yer hem de çay var. Daha ne olsun!
 
O gün ne konuştuk hatırlamıyorum ama Gezi Parkı’nı unutmadım bir daha. Pınar Türkiye’deyken gittik birkaç kez parka. Tek başıma da çok gittim. Çünkü İstanbul’a tahammül etmek için yalnızca denizi ve yeşili olan yerlere gidebiliyordum tek başıma. O zaman o kadar yalnız hissetmiyordum. Sigara yasağından sonra park daha da kıymete bindi.
 
Köy görmemiş, yeşillikle ve hayvanlarla büyümemiş, betonlara alışık insanlar için yeşillik çok anlam ifade etmeyebilir. Ama benim gibi çocukluğu doğada geçen insanlar için yeşille ve canlıyla yaşamak, üzerine çok da düşünmeden hissedilen bir özlem sanırım.
 
Parka gidiş gelişlerimde gündüz vakti lubunyaları ve transları görürdüm parkta. Bir de “sokak” çocuklarını. Tanımadığım halde selam verirdim. Neden selam verdiğimi anlamazlardı muhtemelen. Olsun. Ben onlar oradayken kendimi parka daha ait hissederdim. Onların gündüzleri dışlandıkları sokaklardan kaçıp sığınabilecekleri bir parkları olması hoşuma giderdi.
 
2007 ve 2008 yılları yağışın çok düşük olduğu yıllardı hatırlarsanız. Pek çok insan gibi beni de kuraklık korkusu sarmıştı. O yaz Afyon’daki köyümüzün bahçesine birkaç zeytin ve meyve ağacı diktim babamla. “Yeşili bitirdik, gezegenin sonu geliyor” suçluluğu sarmıştı içimi. Bu dünyanın bana verdiklerini azıcık da olsa geri vermek zorunda hissettim kendimi. Ondan sonra tüm ağaçlara daha farklı gözle bakar, onları kendimden esirger oldum. Atık kâğıtları atmamaya ve toplamaya başladım. Bir ağacı bile kurtarabilmek için ne yapabileceksem yapmaya çalıştım.
 
Sonra Pınar koparıldı buralardan 2009’da. Gezi Parkı hiçbir zaman eskisi gibi olmadı ondan sonra. Tek başıma gidip çok oturdum parkta, Pınar’ı düşündüm, denize baktım, kendimle bile konuşmadım. Ama vazgeçmedim parka gitmekten.
 
Gezi Parkı’na AVM yapmaya karar verdiler sonra. Parkı kapattılar. 2012 yaz sonunda parka son kez veda olsun diye gitmiştik Erdem’le (Çalışır). Parkın bir hafta sonra kapanacağı duyurulmuştu. İçimizi epey bir hüzün kaplamıştı. “Bir burası vardı, burası da gitti” diye. Açıkçası aklıma ne bu kapanışı protesto etmek gelmişti ne de protestodan sonuç almak. Hayatımız protestoyla geçmesine rağmen sonuç alamamanın yılgınlığından olsa gerek.
 
Taksim Dayanışması’nı da duymuştum, Gezi Parkı ile ilgili protestolarını da. Ama kendimiz bağırıp kendimiz duyduğumuz protestolardan biri daha umutsuzluğu vardı içimde. İktidarın talan gücüne, bunun kanıksanmış olmasına, hiçbir şeyin değişmediğine alışmıştım belli ki. Hiç umudum yoktu, isteğim de yoktu dolayısıyla.
 
Sonra Gezi Parkı’nı korumak isteyen eylemciler olduğunu, onlara polisin saldırdığını okudum. Sonra Sırrı Süreyya Önder’in iş makineleri önündeki fotoğraflarını gördüm. Sonra eylemcilerin çadırlarının yakıldığını, onlara gaz sıkıldığını izledim. İnternetten Gezi Parkı’nda olan biteni okumaya başladım. Birileri umudunu yitirmemişti, oradaydı. Belki de parkta yeniden çay içebilirdik.
 
31 Mayıs’a kadar aklım Gezi’de olup bitenlerde olsa da iş güç derken Cuma gününe kadar yalnızca izlemekle yetindim. Cuma günü sırt çantama bir şort, bir tişört, biraz çocukluk biraz da büyümemiş üniversite öğrenciliğimi koydum, Taksim’e yola koyuldum. Kimseye Taksim’e gidecek misin diye sormadım, üyesi olduğum hiçbir örgütteki arkadaşlarımı aramadım. Yalnızca sırt çantam ve ben.
 
Taksim’e 20:00 civarı ulaştığımda kalabalıktı ama henüz izdiham yoktu. Gömleğimden ve kumaş pantolonumdan kurtulup şort tişörtü kuşandım, tekrar sokağa çıktım. O sıralar bunun çapulculuk hazırlığı olduğunu bilmiyordum. Mis Sokak’a gittiğimde meydandan bulunduğum yere ve sonrasına kadar insan dolduğunu gördüm. O kadar kısa zamanda bu kadar insanın nasıl olup da Taksim’e doluştuğunu anlayamadım. Sloganlar, ellerde bira şişeleri, tam bir direniş havası vardı ama direniş sözcüğü henüz kullanılmamıştı. Gerçekten şaşırdım. Kimse çağrı yapmamıştı. Yanımdaki yöremdeki hiçbir insanın elinde örgüt flaması falan yoktu. Kimdi bu insanlar? Ama daha büyük şaşkınlığı fotoğraf çekmek için üst katlarda bir cafeye çıktığımda yaşadım. Aşağıdan kalabalık yalnızca hissediliyordu ama yukarıdan bakınca kalabalığın tünele doğru arttığını ve ucunun bucağının görünmediğini fark ettim. İşte o zaman gerçekten heyecanlandım. O gece orada olan bizler hiçbirimiz oraya gelirken beraber bir eşik geçeceğimizi bilmiyorduk muhtemelen. Orada ucu bucağı görünmeyen, birbirinden farklı, kim olduğumuzu karşılıklı bilmediğimiz on binlerce insan bir anda bir araya gelivermiştik. Bu ülkede kimsenin daha önce şahit olmadığı bir toplanma biçimiyle bu isimsiz kalabalık bir anda adı konulmayan bir “biz” oluvermişti.
 
Yukarıdan gördüğüm manzara ise (daha sonra neredeyse hepimizin geçeği) bir eşiğin daha geçilmesiydi, o da korku eşiğiydi. Çünkü çevik kuvvet aşağı yukarı Fransız Konsolosluğu hizasından İstiklal’deki “biz”e sürekli biber gazı kapsülü ateşliyor, kapsüller ateşlendikçe önde gaz yiyenler arkaya Mis Sokak hizasına kadar geri kaçıyor, arkada henüz gaz yememiş olanlar öne koşuyordu. O manzarayı izlerken ne düşündüğümü, ne hissettiğimi anlatmak mümkün değil. O anda orada bulunan insanlar ne birbirilerini tanıyorlardı ne de daha önce organize olup karar vermişlerdi. O anda sanki içgüdüsel biçimde birbirlerini korumayı ve beraber hareket etmeyi ve polisi Taksim’e sokmamayı seçmişlerdi.
 
O an herkesi Taksim’e çağırmak istedim. Bunu hep beraber yaşayalım istedim. Ama sosyal medya kanalları çalışmıyordu çünkü teknolojik olarak kanalları bozan bir sistem uygulanıyordu. Olanları anlatmak için mail gruplarına mail atmaktan başka bir şey gelmedi aklıma. Öyle de yaptım. Yazdıklarımı sosyal medyada paylaşmalarını istedim. Bilgisayar başındaki direnişçiler de öyle yaptılar. Ama o anda kendimize direnişçi demiyorduk, daha kim olduğumuzun farkında değildik.
 
İstiklal ağızdan ağza yayılan sloganların kitleselleşmesiyle yıkılıyordu sanki. Üzerimize gaz atıldıkça kitle en çok polislere “Hepiniz o…ç…sunuz” sloganını atıyordu. İlk defa orada irite olduk. Slogana itiraz etsek de bir tek yanımızdakiler duyuyordu, kimsenin kalabalığa sesini duyurması mümkün değildi. Onun dışında en çok atılan sloganlar “Tayyip istifa” ve “Hükümet istifa” sloganlarıydı. Başka sloganlar da vardı ama daha Gezi sloganları yaratılmamıştı. Taksim’de inanılmaz bir kalabalık vardı. Tarlabaşı’na iniyorduk orada insanlar, İstiklal’e çıkıyorduk orada insanlar, adım atacak yer yoktu hiçbir yerde. Hiç kimse beklemiyordu böyle bir şeyi. Bu arada zaman zaman gazdan dolayı insanlar Mis Sokak hizasına kadar geri çekilse de sonra tekrar İstiklal’in başına doğru ilerliyorlardı. Amaç meydana gidip Gezi Parkı’na girmekti çünkü park yine boşaltılmıştı. Bu gaz faslı gece yarısına kadar devam etti, sonra polis Tarlabaşı’ndan ve İstiklal’in ara sokaklarından dört koldan gaz fırlatmaya başladı. Nefes alamıyorduk, mecburen herkes dağılıp bir yerlere sığındı. Biz evde camdan dışarıyı izlemeye başladık. Sokaklar bomboş kalmıştı ama polis belki de tekrar dışarı çıkmayalım diye gaz bombası atmaya devam ediyordu. Evin camlarını dahi açmak mümkün değildi. Bir iki saat sonra sesler kesilince tekrar dışarı çıktık. Çünkü gözaltılar olduğunu duymuştuk. Belki sorgularında yanlarında bulunup yardım ederim diye karakola kadar yürüdüm. Karakolda gözaltıların Vatan’daki emniyet binasına gönderildiğini söylediler. Atılan gazdan yolda yürümek imkânsızdı, genzimiz ve gözlerimiz yanıyordu. Kendimizi önce feminist sonra LGBT bir örgüte attık. Bizim gibi telef olmuş tanıdık tanımadık insanlar doluşmuştu oralara da. Sonra biraz bekleyip eve kaçtık. Olan olmuştu. Evet, ilk defa öyle kendiliğinden bu kadar çok kişi toplanmıştık ama polis bizi dağıtmıştı, yenilmiştik ve cebimizde yaşadığımız birkaç saat kalmıştı. O anda öyle düşünüyordum. İnternetten ve televizyon başında ne olup bittiğini anlamaya çalışıyorduk. Öyle büyük bir şeyin içindeydik ki, içeriden bakınca ne olduğunu göremediğimi ancak dışarından nasıl göründüğünü seyredince anladım. Ana akım kanalların sansürünü de böylece kavradık. Yalnızca Ulusal Kanal, Halk TV, İMC TV, Hayat Televizyonu gibi alternatif kanalların yayın yaptığı yayıldı internette. Onları izlemeye başladık ama o anda onlar da teknik olanaklardan dolayı her şeyi aktaramıyordu. Ne olup bittiğine emin olamıyorduk. Gecenin bir yarısı Kadıköy’den yürüyüşe geçenlerin Boğaz Köprüsü’nde çekilmiş fotoğrafları düştü internete. Hiç birimizin tahmin etmediği bir şeyler oluyordu. On binlerce insan nasıl olmuşsa bir araya gelmiş, köprüyü kapatmış ve karşı kıyıya geliyorlardı. Kalabalığın kendisini bırakalım, fotoğrafı bile mucize gibiydi. Nasıl bir şaşkınlık, umut, sevinç, şükran, sevgi karışımı yaşadığımızı tarif etmem mümkün değil. Geliyorlardı işte, geleceklerdi ve kalkacaktı polis ablukası. Birbirimizi tanımıyorduk, o kalabalığı tanımıyorduk ama birbirimizin umuduyduk.
 
Ertesi sabah kahvaltı yapmak için sokağa çıktık. Sokakta neredeyse hiç insan kalmamıştı. Hayalet bir şehir gibiydi Beyoğlu. Bir gece önceki kalabalık sanki hiç olmamıştı. Ama geceyi hatırlatan polisler vardı, her yer polis kaynıyordu. Boş sokaklara anlamsızca gaz kapsülleri atıyorlardı polisler. Taksim’e hiçbir kalabalık gelmemişti. Umudumuz kırıldı. Gazdan nefes alıp yürüyemediğimiz için eczaneye gaz maskesi sorduk. Eczanede maske kalmamıştı ama kahvaltı ettiğimiz kafede bize ücretsiz maske verdiler. Eczaneden de mide ilacımızı aldık, çantamıza sütle su koyduk, güne hazırdık.
 
Polisler bizi birkaç kişi beraber yürürken görünce gaz kapsülü attılar. Biz de bir gece öncenin alışkanlığıyla “yuhhhh” diye bağırdık. Bağırmamızla hem bize tekrar gaz kapsülü attılar hem de arkamızdan kovalamaya başladılar. Ara sokaklardan zikzak çizerek eve geri kaçtık. Ama bütün ara sokakların giriş çıkışları polis barikatıyla kapatılmıştı. Eve girmek için bile polise dakikalarca dil döktük. Eve girdiğimizde uzun bir bekleyiş başladı. Adeta kuşatma altına alınmış, savaşa maruz kalmış gibiydik. Evden çıkamıyorduk, pencere bile açamıyorduk. Çünkü bulunduğumuz sokağa boş olmasına rağmen sürekli gaz kapsülü atıyorlardı. Dışarıda nefes almak mümkün değildi. Bez maskeler işe yaramadığı gibi gözlerimiz yanıyordu. Saatlerce evde kapana kısıldık, hatta “Evden çıkamayacak mıyız?” korkusuna kapıldık. O gün saat 15:00te Taksim’de eylem çağrısı yapılmıştı. Birileri gelsin ve polis dağılsın diye bekliyorduk. Evden çıkabilmek için dışarıdan slogan sesleri duymayı bekliyorduk. Saat 15:00 oldu ve hâlâ dışarıda ses yoktu. İyice umudumuzu yitirmiştik. Tüm yollar tutulduğu için insanların gelmek isteseler bile tıpkı 1 Mayıs’ta olduğu gibi Taksim’e giremeyeceklerini düşünmeye başladık. Dakikalar geçmiyordu. Ama 15:30 civarında slogan sesleri duymaya başladık. Camlara koştuk. Polis barikatları kalkmıştı. Saatlerce kapatıldıktan sonra bir heves sokağa koştuk. İşte olmuştu, gelmişlerdi. Binlerce insan yine İstiklal’i doldurmuştu. Polisler bir anda ortadan kaybolmuştu. Ezberlerimiz olmasa o an o insanlara tek tek sarılabilirdim. Ama ben hâlâ “o insanlar”ın kim olduğunu anlayamıyordum. Bu “ne idüğü belirsiz” kitle o anda güvenilir tek şeydi yalnızca.
 
1 Haziran Cumartesi günü Taksim’in ilk Gezi şenliğiydi denebilir sanırım. Hiçbir yerde polis yoktu, ciddi bir şenlik havası vardı. İnsanlar gruplar halinde geziyor, gruplar halinde içiyor, yürüyen küçük gruplar arada sloganlar atıyor, tanıdık tanımadık herkesten alkış alıyorlardı. Sanki herkes birbiriyle tek sözcük konuşmadan anlaşıyordu. Sanki ilk defa herkes “biz”di. Gezi Parkı hele karnaval yeri gibiydi. Mis Sokak’ta kadehler kalkıyor ve “Şerefine Tayyip” sloganlarıyla kitlesel içiliyordu. Yaşam tarzlarımıza saldıranlara, koymaya çalıştıkları yasaklarla dalga geçerek cevap veriliyordu. Ve üstelik kimse konuşup organize olmuyordu, herkes olan bitene bir anda katılıyordu, hepsi buydu. Ve bunca yıldır yaşanan hiçbir zulme karşı olmayan şey bir park için olmuştu!
 
Devrim mi oluyor ne?
2 Haziran Pazar Taksim daha da kalabalıklaşmış ama her şey daha sakinlemişti sanki. Gezi Parkı’nda çimlere yattık. LGBT’ler erzak masası açmıştı. Birileri oraya erzak bırakıyor, birileri de ücretsiz alıyordu. Gelenler para vermeyi teklif ediyor, kabul edilmeyince şaşırıyorlardı. O arada bir grup ergen erkek yanımızdan içinde “ibne çevik kuvvet” geçen bir slogan atarak geçtiler. Üstlerinde Türk bayrağı, futbol takımı forması karışımı kıyafetler vardı. Normalde ürkerdim herhalde ama ürkmedim. Refleksel olarak “ibne değil eşcinsel” diye bağırdım. Herkes dönüp baktı ama beni destekleyen olmadı. Bir an yalnız hissettim kendimi. Ben bağırınca slogan atan ergenler yanıma geldi. Konuşmaya başladık. 5 metre ötedeki LGBT masasını gösterdim. Parkta eşcinseller de olduğunu, onları incitmememiz gerektiğini anlattık arkadaşımla. Arkadaşım “İlk defa halk olarak bir araya geliyoruz, yapmayın bunu” dedi. Ergenler biraz durakladı. İçlerinden biri “Aslında haklısın abla” dedi. Sonra sloganı “işte çevik kuvvet” diye değiştirip atmaya başladılar. O an tek bir dakikada bir şeylerin değişme ihtimali olduğuna inandım. Bir yanda “Mustafa Kemal’in askerleriyiz” sloganları, bir yanda “Öldürmiycem ölmiycem, kimsenin askeri olmıycam” dövizleri, kimse kimseden şikâyetçi değildi. Hepimiz parktaydık başka da hiçbir şey önemli değildi sanki. Başka eylemlerde görmediğim bir şeyi daha gördüm orada. Birileri çöpleri topluyordu, bunu görenler küçük poşetleri çöp torbası yapıp kendi çöpünü yanında biriktirmeye başladı. Parktakileri tek tek gezip ellerindeki bisküvi ve içecekleri ikram eden bir grup genç vardı. Kimse konuşmamıştı paranın tedavülden kalkmasını. Ama 2 Haziran Pazar günü, direnişin başında bile, bir anda parası olanların getirdiği yiyecek içecek parasız dağıtılmaya başlanmıştı. Sanki umutsuzca çok beklemiştik ama devrim bir anda olmuştu.
 
O akşam en büyük endişem pazartesi herkesin işe gideceği ve bu rüyanın da burada biteceğiydi. İstanbul’da ortalık sakinlemişti, parktaki ağaçlar da sökülmemişti. Gerçi Taksim durulmuşken Beşiktaş’ta barikatlar kurulmuş, bir TOMA ele geçirilmişti. Ben yine de pazartesi herkes dağılır diye düşünüyordum. Ama öyle olmadı. Başbakan AVM de AVM, kışla da kışla diye tutturdu önce. “5-10 ağaç için olmuyor bunlar” dedi, “3-5 çapulcu” dedi. İşte bence belki de en sarf etmemesi gereken kelimeyi bir anda ağzından çıkarmış ve asla o kelimenin kendisine nasıl döneceğini bilememişti. “Çapulcu” bir anda direnişin formülü oldu sanki. Hükümete ve baskıya karşı olmak dışında ortak yönleri olmayan direnişçiler bir anda “çapulcu”yu sahiplendiler ve birleştirici bir kimlik oluştu. Bu kimlik direnişçiler arasında daha bir yakınlaşma ve dayanışma kurulmasına neden oldu. Direniş insandan insana, şehirden şehre yayıldı ve ülke tarihinde görülmemiş bir şekilde haftalarca hız kaybetmeden yükseldi. Bu sefer yanılmıştık, iyi ki de yanılmıştık.
 
Diren Ayol!
Gezi’yi ne kadar yazsak bitmez. O yüzden ben yalnızca birkaç şeye değinmek istiyorum. Birincisi feministlerin ellerine boya alıp duvarlardaki küfürleri silmesi cinsiyetçi küfürler üzerine benim ummadığım bir etki yarattı. Taraftar grupları cinsiyetçi küfürler için özür dilediler. Direnişin sonraki günlerinde kitlesel olarak cinsiyetçi küfür içeren slogan atıldığını hiç duymadım. İkincisi Gezi’de çadırlarda kalan, direnişe katılan LGBT’ler belki 20 yıldır yaptıkları eylemliliklerin yarattığı etkinin çok daha kuvvetlisini direnişte insanlarla yan yana gelerek yarattılar ve LGBT Onur Yürüyüşü’ne, geçmişte hayali bile kurulamayacak 50 bini aşkın insan katıldı.
 
Ben şöyle düşünüyorum. Yürüyüşe katılanlardan bir kısmı belki de direnişte LGBT’lerle yan yana geldikleri için dönüşüm göstermişti. Ama bence bir kısmı zaten homofobiyi ve transfobiyi sorgulayan ancak bunun için sokağa çıkmaya gerek görmeyen insanlardı. Ama Gezi hepimizi öyle bir sokağa çıkarmıştı ki, artık eve girmek yoktu. Taksim’de olur olmadık anda Onur Yürüyüşü’nün simgesi “Nerdesin Aşkım?”, “Buradayım Aşkım” sloganı atılıyorsa hâlâ, ehh, yolu epey bir gittik diyebiliriz bence.
 
Pokemon izleyip balkondan atlayan kuşak
Gezi’de olup bitenleri yazmak gibi gereksiz bir işe girmeyeceğim. Gezi üzerine analiz yapmaya çalışmak ise haddimi aşar, ben ancak kendi yaşadıklarımı ve düşündüklerimi not düşebilirim. Gezi direnişinde polisin ve sivil faşistlerin saldırıları sonucu gencecik çocuklar toprağa düştü. Yüzlerce gözaltı, binlerce yaralanma, her gün gaz ve tazyikli suya maruz kalma milyonlarca insanı sokaktan uzak tutmaya yetmedi. İktidar bu emsali görülmemiş direniş biçimiyle kendi bildik yöntemlerini kullanarak mücadele etmeye kalkınca her anlamda madara oldu. Direnişçi katletme, katilleri koruma, sivil faşistleri sokağa salıp sırtlarını okşama, milyonlara ulaşmış direnişçilere terörist muamelesi yapma taktiklerinin hiçbiri işe yaramadı (ki ileri demokratik AKP bu yöntemleri kendinden önceki tüm faşist yönetimlerden kopyalamaktan geri kalmadığını da bir kez daha göstermiş oldu. Bizde ancak çetenin başına geçen değişir, çetecilik değişmez). Tümüyle şiddetsiz olan direnişin baret, deniz gözlüğü, gaz maskelerini suç delili sayarak nasıl bir akıl tutulması içinde olduklarını, direnişin karşısında nasıl da apışıp kaldıklarını tüm dünyaya gösterdiler. Direnişçiler insan zekâsının yaratabileceği her türlü kara mizahı yaratırken aklımızdan ve zekâmızdan pek bir emin olan biz mürekkep yalamışlara da iyi bir ders verdiler. Sol siyaset kendi örgütlenme biçimlerinin tutmadığını direnişteki gençler sayesinde sorguluyorsa bu da iyi bir kazanım olur.
 
Peki nereden çıkmıştı bu direnişçi gençlik? Mantar gibi bitmemişlerdi herhalde. Hiçbir işe yaramayacağı sanılan ve kendi hayatına gömülü görülen bu gençlik nasıl olup da görülmemiş bir kolektivite yaratmıştı?
 
Ben bunun arkasında yatan şeylerden birinin bu toprakların geçmişi olduğunu düşünüyorum. Önceki kuşaklar darbelere, işkencelere, sürgünlere, fişlemelere rağmen direnmekten vazgeçmediği için bugün daha demokratik ailelerde yetişen, önceki kuşakların sahip olmadığı kadar olanağa ve bilgiye erişime sahip olan bu kuşak, geçmişte verilen hiçbir mücadelenin buharlaşmadığının bir göstergesi bana göre. Bu kuşak en baskıcı ortamda dahi yetişse özgürlükten haberdar olarak büyüdü ve bu topraklara düşen canlar bedel ödedikleri için biz bu direnişi gördük diye düşünüyorum. Gezi direnişine damgayı bence 80 sonrası muhalif hareketler ve kimlik hareketleri, yani yeşiller, LGBT’ler, feministler, şiddet karşıtları vurdu. Öyle ki ulusalcılar bile ne kadar sahiplenmeye çalışsa ortada kaldılar. 80 sonrası sosyal hareketler kendileri çalıp kendileri oynuyor sanırken bir anda umulmadık bir ekolojist, cinsiyetçilik, homofobi, transfobi ve şiddet karşıtı bir kitlesellik çıktı karşımıza. Ne küfürden vazgeçilmesi tesadüf ne de kadınlar ve LGBT’lerin görülmemiş bir yoğunlukta direnişe katılmış olması. Gezi direnişinin benim için tek mucizesi 20 yıldır inandığımız şeylerin böylesi kitleselleşmesiydi. Araladığımızı göremediğimiz kapıların bir anda açılmasıydı. Apartmanlarda selamlaşmayan hayatlarımızın bir anda tanımadığımız direnişçilere açılan kapılara dönüşmesiyle kurulan güvenin dönüştüremeyeceği yaşam yok aslında. Yeter ki nereye akacağımızı bilelim.
 
Hiç mi hayal kırıklığım olmadı. Oldu elbette. Parkta sokak çocuklarının yiyecek için kuyruğa girmeyi “öğrenmesine” ilişkin atılan elitist mesajlar gibi. “Heyhat! dedim içimden. Bunca direnişin içinde Pınar Selek’le sokak atölyesi yapmış çocukları anlayacak noktaya hâlâ gelemediniz. 20 yıl oldu, insaf!”. Ama konuşmayı öğrendik bir kere, konuşuruz bunları da. Cihangir Parkı forumuna ilk katıldığımda söylediğim gibi; “Heteroseksüel erkeklere bu kadar güvendiğim hiç olmamıştı”. Çıkar buradan da yeni ittifaklar.
 
Ben Bir Ceviz Ağacıyım Gülhane Parkı’nda, Ne Sen Bunun Farkındasın Ne de Polis Farkında!
Tahakkümcü zihniyet insanların bir park için sokağa dökülmesini anlayamaz. Çünkü onlar soludukları havayı doğaya borçlu olduklarının farkında olmayacak kadar şuursuz bir kendi merkezlik içindeler. Diktikleri betonların gücüne sığınan korkaklar. “Mesele parktan ibaret değil” diyen direnişçileri de anlamıyorum hâlâ. Benim için ilk sokağa çıktığım gün mesele parktan ibaretti. Çünkü o park benim yaşamımın bir parçasıydı. Hem ben başka günler de başka meseleler için sokağa çıkıyordum, içinden geldiğim hareketler gibi. Park için sokağa çıkmam niye şaşırtıcı olsun ki? Parkları küçümsemek niye? Biz parktaki canlılardan daha üstün olduğumuzu sandıkça varamayız bir yere. Ama park için sokağa çıkan insanlara yapılan zulüm ve katliamdan sonra bugün artık mesele yalnızca park değil. Bugün şimdiye kadar yaşadığım ve tanık olduğum her zulüm, bedenim ve hayatım üzerinde yapılan her baskı ve kontrol, yaşama ve doğaya yönelen her tehdit ve talan için sokaktayım. Ve belki de en çok hiçbir zaman gelmemiş adaleti beklemeye tahammülüm kalmadığı, Pınar’la Gezi Parkı’nda tekrar çay içmek için sokaktayım. Hem ne kadar doğal hem de ne kadar büyük bir şey istediğimi bilerek sokaktayım. Bu saatten sonra da kimse eve dönmemi beklemesin. Bizi hapsettiğiniz evlerde ne bedel ödediğimizi en iyi biz biliyoruz çünkü. Siz istemeseniz de özgürleşeceğiz. Toprağa düşürdüğünüz çocukların yüzündeki gülümsemeye, hüzne, inanca, neşeye iyi bakın. O “biz”iz işte. Bu topraklara örttüğünüz karanlık, sermayeniz, işkenceniz, katliamlarınız, çeteleriniz, tetikçileriniz kurtaramıyor işte sizi. Birkaç ağaç, birkaç çapulcu yüzünden koltuklarınızda terliyor, şafak aydınlanırken açılan gökyüzünden korkuyorsunuz. O gökyüzünde gökkuşağını göreceksiniz. İçinden geldiğiniz ama beğenmediğiniz halk size kim olduğunuzu hatırlattı, en çok da bundan korkuyorsunuz. Korku yer değiştirdi, yaşadığınız her korkuda bize yaptıklarınızı hatırlayın. Bu da sizi insan yapmaya yetmeyecekse, geçmiş olsun. Biz zaten biliyorduk ama polisinizin ve medyanızın halkın değil sizin olduğunu biliyor artık herkes, artık kimseyi kandıramazsınız. Gülhane parkındaki ağaçlar yürüyüşe geçti. Sizin devriniz bitti, yalnızca bunu kabul edemeyecek kadar kendi zulmünüzün sonucundan korkuyorsunuz. Direnişe bir slogan da ben katkı yapayım “Daylight is coming Tayyip! (Günışığı geliyor Tayyip!)” 

Etiketler:
nefret