29/10/2015 | Yazar: Cihan Dağ

Zorla üzerimize giydirmek istedikleri kefenleri yırtıp nefes aldırmalıyız kendimize ve çevremizdeki insanlara.

Son günlerde, son aylarda… Hatta son yıllarda toplumsal olarak içine düştüğümüz ruh hali soluk yüzlerimizin haritası oluverdi. Daha az güler olduk. Gözlerimiz bu kadar sık yaşarmıyordu sanki. Bu kadar kişinin resmini paylaşmıyorduk ‘unutmayacağız’ diye. Her güne birden fazla acı, her güne birden fazla ölüm yıldönümü denk gelmiyordu.  Böyle temkinli dolaşmazdık sokaklarda. Eş dost erkânında şiir de konuşulurdu, futbol da, siyaset de… Yine siyaset konuşuluyor. Ama bu siyaset sohbetleri kan kokuyor, iç sıkıyor, nefes aldırmıyor artık.

Belirsizlik, öfke, ihanet, hırs içinde geçiriyoruz günler. Trafik ışıklarında iki saniye geç hareket etti diye ‘insan’ dövüyoruz. Hastanelerde kurtarılamayan hastanın canına karşılık bu sefer hayat kurtaramamış olan doktoru öldürüyoruz. Kendi çocuğundan daha fazla seviliyor diye ‘küçük kuzeninin’ yüzüne kezzap atıyoruz. Kürtçe konuştuğu için öldürülen gencin cansız bedenini koruyan babaya saldırıyoruz.

Bu biziz. Yani oluşturduğumuz bütünün parçaları. Temas ettiğimiz, aynı havayı solduğumuz, beraber yemek yediğimiz,  belki seviştiğimiz, aynı düğünde halay çekmek için elini tuttuğumuz insanlar bunlar. İyi de nedir bozulan bu kimyanın sırrı? İçimizde büyüyen bu kötülüğü besleyen ne? İktidarın değil sadece, kendimizin de beslediği bu kutuplaşma, içine düştüğümüz güvensizlik duygusu, her türlü medya organında pohpohlanan birbirini ezerek paçayı kurtarma kültürü, yaşadığımız toplumsal travmalara karşısında çaresiz kalışlarımız…

Bakıyorum da kabuk düşüyor yara kalıyor. Yaralarımızla hayatın her alanında yaşamaya devam ediyoruz. Hani yaşayanlar da şanslı olanlar. Karanlığın da kendi içinde bir aydınlığı var. Kara günlerden geçmiyoruz, bizzat kararan bizleriz aslında. Hayatta kalanların laneti, yaşayanların ihanet hissi bu. 

Ankara katliamından sonra ayarı kaçmış bu ruh halinden biraz uzaklaşmak için fantastik bir şeyler izlemek istedim. ‘Yüzüklerin Efendisi’ni açtım, serinin üç filmini de izledim. İkinci filmini izlerken adeta bizi anlatan bir sahne ile karşılaştım. Ve aslında bu filmin o kadar da fantastik bir film olmadığına kanaat getirdim.  Hikâyeyi bilenler vardır: yeşil, şirin, huzurlu köylerinde mutlu mesut yaşayan iki arkadaş,  kendilerini birden büyük bir savaşın içerisinde buluyorlar. Ve bahsettiğim sahnede savaş sırasında harabeye dönmüş bir şehirde aralarında şu diyaloglar geçiyor.

“Frodo: Hayır, yapamayacağım Sam.

Sam: Biliyorum yanlış bu. Aslında burada olmamalıydık biz. Ama buradayız. Aynı cenk hikâyelerindeki gibi Bay Frodo. Ciddi hikâyeler gibi. Tehlike ve karanlık içinde olanlardan. Bazen kendi sonunu bile bilmek istemezsin ya. Nasıl iyi olacağına inanamazsın. Bu kadar kötülük olduktan sonra dünya nasıl eski haline dönecek. Ama nihayetinde, bu sadece geçici bir şey bu gölge. Karanlık bile bitmeli. Yeni bir gün gelecek. Ve güneş doğduğunda daha da parlak olacak. Bunlar hiç unutamadığımız anlamlı şeyler. Bunları anlamayacak kadar küçük olduğumuzda bile. Ama galiba, Bay Frodo, ben anlıyorum. Artık biliyorum. O hikâyelerdeki insanların da geri dönmek için şansı vardı, ama dönmediler işte. İlerlemeye devam ettiler çünkü tutundukları bir şey vardı.

Frodo: Biz neye tutunuyoruz, Sam?

Sam: Bu dünyada hala iyiliğin olduğuna, Bay Frodo. Ve o, uğrunda savaşılacağına.”

Bu diyaloglar aslında bize iyi bir çözümleme ve yol haritası sunuyor. Zorla üzerimize giydirmek istedikleri kefenleri yırtıp nefes aldırmalıyız kendimize ve çevremizdeki insanlara.  Ve kendimiz dâhil herkese anlatmalıyız üzerimizdeki bu gölgenin geçecek olduğunu. Sonuçta filmde de dediği gibi; bunlar bizi yaşatan anlamlı şeyler, anlayamayacak kadar küçük olduğumuzda/küçüldüğümüzde bile.


Etiketler:
İstihdam