07/06/2014 | Yazar: Ulaş Sona

Olduğun gibi durabilme, olduğun gibi var olabilme tek kişiyken bile zorken, şimdi daha kalabalıktım ve bilgileri, cümleleri karıştırıyordum.

Olduğun gibi durabilme, olduğun gibi var olabilme tek kişiyken bile zorken, şimdi daha kalabalıktım ve bilgileri, cümleleri karıştırıyordum. İşyerinde oğlan çocuğuna benzeyen, göğsü olmayan kadıncıkken, dışarıda arkamdan bağıranlar oluyordu: “Kadın mı, çocuk mu…  Ayakkabıları erkek.” deniyordu. Kadın tuvaletlerinden çıkartıldığım ya da korkularını sakinleştirmem gereken durumlarda oluyordu ama en zoru neyi nasıl açıklayacağımı bilemememdi.
 
Kaos GL dergisi, Eylül-Ekim 2012, Hastalıktan İdeolojiye; Damgalamaya Karşı Bedensel Direnişler, Sayı:126
 
“Ben her şeyin bir bir yok olmasına o kadar alıştım ki
Ve her şeyin bir bir varolmasına o kadar alışacağım ki”(1)
 
Her şey bu kötü dünyada yaşadığımız için ideolojik, 37 yerinden yaralı bir hareketin yol arkadaşları olduğumuz için de her birimizin varlığı politiktir! Seçil ve kaybettiğimiz bütün trans arkadaşlarımıza selam olsun!
 
Bir yaşını dolduran çocuğun annesi, kardeşi, sevgilisi, babası her bir şeyi olarak yazarken artık daha kalabalıktım. Ulaş’ın varlığının sese dönüşüp insanların söyledikleri tarihi milad kabul edersek: Üç yüz altmış altı gündür fena halde kalabalıklaşmış, kendi küçük ekibim bile olmuştu. Çoğulduk, iki sayısını aştığımız için de kalabalıktık. Ulaş, Pelin ve ben her yere beraber gidiyor, birini sevdiğimizde en çok kim şiir okuyacak diye tartışıyor, oturduğumuz masalarda kimin ne dediğini karıştırıyorduk. Siz de bilirsiniz herkes aynı anda konuştuğunda baş ağrıtıcı olabilir; içi şişer insanın, “durum, susun” demek zordur, emek ister. Bir hediye alsak üç farklı hitapla yazılıyordu bize notlar. Alışmak hepimiz için zordu. Bunları ayrı ayrı yazmak ise daha da fena…
 
Bu durumu anlatabileceğim insanlara trans olarak anlattım. Erkek, kadın, çocuk ya da söylediğinde insanların kafasında hemen canlanan, çerçevesi belli olan bir şey olarak anlatmanızı isteseler de, bizce çerçeveyi reddetmek trans tanımının içindeydi.
 
Ulaş feminist arkadaşları tarafından “Emin misin, peki feminizm ne olacak?” gibi sorulara cevap verirken (Sanki ölmüşüm gibi gerçekten gözyaşı döken arkadaşlarımı uzun uzun anlatmayacağım, hâlâ yaradır içimde. Onların kadını sözde bir gecede her şeyi satıp karşı tarafa geçmiştir ve bir gün pişman olacaktır!), Pelin, “Ne zaman hormon kullanmaya başlayacaksın?” sorularına cevap veriyordu. (Nerede kim olarak konuşacağımı insanlar seçiyordu. Buna itiraz edecek kadar güçlü değildim o günlerde.) Bense Ulaş ve Pelin’in ellerinden tutup, bir yerlerden bir şeylerden özgüven kazanmaya, dik durmaya çalışıyordum.
 
“düpedüz lekeyim
şahsen kambur, sadece kekeme”(2)
 
Olduğun gibi durabilme, olduğun gibi var olabilme tek kişiyken bile zorken, şimdi daha kalabalıktım ve bilgileri, cümleleri karıştırıyordum. İşyerinde oğlan çocuğuna benzeyen, göğsü olmayan kadıncıkken, dışarıda arkamdan bağıranlar oluyordu: “Kadın mı, çocuk mu… Ayakkabıları erkek.” deniyordu. Kadın tuvaletlerinden çıkartıldığım ya da korkularını sakinleştirmem gereken durumlarda oluyordu ama en zoru neyi nasıl açıklayacağımı bilemememdi. Biz (Ulaş, Pelin ve ben ve insanlık) her şeyi açıklamak istiyorduk. Tanımlayamadığımız şeyler bizi korkutuyor ve kafayı yiyorduk. Benim açılmamın acı tarafı buydu. Açıklama isteğinin dayanılmaz olması ve neyi nasıl hissettiğinle ilgilenmekten çok ikincil sorularla tanım tartışması yapıyordum. Belki de o doktorun dediği gibi fazla kitap okumaktan olmuştu, kitaplara ara verdiğimde fettan bir kadın olacaktım ve kurula göre istersem çok da güzel olabilirdim. Kimlik politikasının zor tarafı işte buydu. İkili cinsiyet sistemi, önce çerçeve çizerek kendimizi anlatmamız sonra da kendi çizdiğimiz çerçeveden çıkmaya çalışarak gelişmemiz demekti. Özü bulmak kademe kademe oluyordu.
 
“Ne çıkar siz bizi anlamasanız da
Evet, siz bizi anlamasanız da ne çıkar
Eh, yani ne çıkar siz bizi anlamasanız da.”(3)
 
İlk doktor denemelerim, “Çok fazla kitap okumuşsun, kafan karışmış“ ya da “Güzelsin, biraz bakarsan kendine kadınsın aslında” yorumlarıyla geçti. “Sen de kitap oku, lezbiyen ol o zaman” diyemediğim için bunu her anlatışımda bir kere daha kızacaktım kendime. Pasaklılık ya da çirkinlikti doğduğum cinsiyeti reddetmenin sebebi. Hormon kullanarak “başarılı” ya da “yakışıklı” olacaktım. Çıkan tüy sayısına göre de trans olduğuma daha çok insan ikna olacaktı. Testlere tabi tutularak, araştırma tezi olacak kadar az mıydık, tuhaf mıydık, neydik? “13 ya da 14 yaşında mutlaka bir kez kendinden nefret ettiğini söylemelisin.” denebilecek kadar net bir konu muydu bu? Yine de üşenmeden ne sordularsa peşine düştüm. Elimdeki tek kanıt ortaokuldaki bol ve erkeksi kıyafetlerimin sonrasında hiç eskimediğinden başka bir oğlan çocuğuna yollanmış olmasıydı. Annemin ve teyzemin ağzını aramaktan bir hal olmuştum. Evle doktor arasında sıkışıpkalırken, doktorlar ne sorarlarsa sorsunlar aynı cevabı veriyordum. “Kimse beni kadın olmaya zorlamadı. Baskı ya da zorlamayı daha geç yaşadım. Bu yüzden 13 değildi söylediğim yaş.”
 
Sonrasında da yaptıkları bol sorulu uzun testlerden istedikleri “kadınsı” yanıtlar gelmediğinde testi iptal ediyorlar, başka bir yöntem deniyorlardı. Birileriyle konuşmak çok zor geldiği için üç ayrı doktorun kendince uyguladıkları yöntemlerine ses çıkarmamıştım. En son 16 ya da 24 tane (tam hatırlamıyorum) resmin bulunduğu fotoğraf testi yapıldı. Orada boş bir kartonda ne gördüğümü söyledikten sonra hastane bahçesinde oturup, yakında deli gömleğini giydirecekler diye düşünüp birilerini aramaya karar vermiştim.
Bunlar iki sene önce, yine böyle sıcak yaz günlerinde olmuştu. Bir kaç ay sonra da özgeçmişin eksik diyerek defalarca aradılar. Özgeçmişi de alıp en son fıstık atacaklardı bana, hissediyordum.
 
“O ben ki
Bir kadında bir çocuk hayaleti mi
Bir çocukta bir kadın hayaleti mi
Yalnızca bir hayalet mi yoksa.”(4)
 
Hissettiklerimi görünür ve mücadele eden bir trans arkadaşıma anlattığımda, bana ufkumda olmayan şeylerden bahsedip, en sonunda da “belki de feminen geysindir” demişti. Anlamamış, boş boş bakıp konuyu değiştirmiştim. Sonra aylarca “ama feminensin” tepkisi/eleştirisi aldım. Öyleyim ya da değilim bir yana, feminenlik suçlamaya dönüştüğü için ben de artık her tartışmada, sinirimin bozulduğu yerde “ne var öyle de olabilir” argümanını kullanıyordum. Sadece trans kavramını kullanıp, feminenlik kötü değildir diyerek konuşuyordum.  Hiçbir şey bilmediğimi düşünüp bildiğim birkaç şeye sığınıp lafı hep oraya getiriyordum. Savunmaymış bunun adı, sonradan öğrenecektim. Kendime uyguladığım en büyük transfobi ve ayrımcılık; “en trans”, “deneyimli trans”, “çok trans” gibi başlıklardı. Ulaş Bardakçı duysa, bırak ismimi kullanma, derdi. Hem hormon kullanmamak (o günlerde kullanmıyordum), hem bedenimle barışık olmak, hem de trans olmak aynı cümle içinde uzun süre kafamı karıştırdı. Ulaş, Pelin ve ben baya hırpalandık. Halbuki Ulaş demeleri bile mutlu ediyordu beni. Sadece bu bile şahane bir trans deneyimdi.
 
“Ben, yani Yakup, her türlü çağrılmanın olağan şekli
Daha hiç çağrılmadım
Biri olsun "Yakup!" diye seslenmedi hiç
Yakup!          
Diye seslenmedi ki, dönüp arkama bakayım”(5)
 
İş yerine ve anneme açılmak da çok büyük başlıklardı benim için. İkisini de birgün ayrı ayrı yazacağım. Söylemek bir dakika sürer, açılmak ömür boyunca… Sonrasında öznesi olarak yapmadığım ama fikir beyan ettiğim konuları kendi içimde tekrar tartışmaya başlamıştım. Translar hakkında konuşmakla, kendini trans olarak tanımlayıp konuşmak arasında bu kadar keskin fark olabileceğini hiç düşünmemiştim. İlk olarak hemen istatistikler devreye giriyordu. Aynı biseksüeller hakkındaki istatistikler gibi (asıl tezim biseksüellik ve bifobi olduğu için gönderme yapmadan edemeyeceğim) ezilmenin tarifi ve mücadelesinde sayılar önemli bir yer tutuyordu. Ne kadar öldürüldüğümüzün ya da tecavüze uğradığımızın sayısı, oranı, istatistiği kadar mıydı varlığımızın ve ezilmişliğimizin kanıtı? Bilinmeyen şeyin istatiği nasıl tutulacaktı? Namus cinayetlerinin kaçı trans erkek cinayetiydi? İntiharların sebeplerinden kaçı trans olmakla ilgiliydi bilmiyorduk.
 
“bir mısra daha söylesek sanki her şey düzelecek
iki adım daha atmıyoruz bizi tutuyorlar
böylece bizi bir kere daha tutup kurşuna diziyorlar
zaten bizi her gün sabahtan akşama kadar kurşuna
diziyorlar”(6)
 
Görünüşümüzün değişmesi her şeyi yoluna koyuyordu sözde. Natrans erkek görüntüsüne kavuştuğumuz halde arkamızdan birisi yürüdüğünde korkmamız avantajlı tarafa geçmenin deneyimi miydi,  yoksa öğrendiğimiz kadınlık yahut trans deneyimi mi? İstesek de istemesek de, kabul etsek de etmesek de, kadınlık deneyimini yaşamak zorunda kalmıştık. Bir karış sakalımın olduğu günde de son otobüs saati umurumda olacaktı. Tecavüz ihtimali, cinsel saldırılar ve şiddet yine konum olacaktı. Trans deneyimi kavramını artık kullanmaya başlamıştım. Bu deneyim de kendi içinde başlıklara ayrılabilirdi.
 
Her deneyim kıymetli ve önemliydi. Trans hareket içinde hiyerarşi kurmadan mücadele edebilmek önemliydi. Seks işçiliği yapan transseksüel kadınların deneyimi ve hayatıyla, seks işçiliği yapmayan transseksüel kadınların deneyimi bile ayrıyken hiyerarşi kurma meselesine dikkat etmeliydik. Trans hareketin gündemleri ve talepleri “nefret cinayeti” gibi bir başlıkta tabii ki değişecekti ve değişmeliydi zaten ama bu, görünür olamayan transerkek seks işçilerinin öldürülmelerini yok saymamalı ve görmezden gelmemeliydi. Bunu görünürlük olarak daha deneyimli olan trans kadınların anlatması kadar trans erkeklerin de gündemleştirmesi gerekiyordu. “Daha çok ezilme” tartışmaları bizi bölmekten ve birbirimizden uzaklaştırmaktan başka ne işe yarabilirdi?
 
Güzellik ve yakışıklılık hiyerarşisinin yanına bir sürü hiyerarşi eklendiğinde kavram bölünmeleri (kavram bölünmeleri candır) dışında başka bir sürü başlıkta ayrılmak zorunda kalıyorduk. (Bunu “sınıf kavramı değişmiştir” tartışmasına benzetebiliriz. Memurlara yapılan zam dönemleriyle işçilere yapılan zam ayrı dönemlerdir ve birlikte genel greve çıkmalarını engellemek için temel benzerliklerinden daha çok ayrışacakları maddeler sivriltilmiştir.) Bunlar yan yana mücadele ederkenki tartışmalardı ve çok değerliydi ama biz birbirimizin yanından on metre uzaklaştığımızda yakıcı durumlarla tek başımıza uğraşmak zorunda kalıyorduk. Lenin yoldaşın da dediği gibi trans olmak zordu ve transfobiyle mücadele etmek gerekti. Hem kendi içimizdeki hem trans mücadelesinin içerisindeki hem de işte, sokakta, kamusal alandaki transfobiyle mücadele etmek önemliydi. Hormon, ezilme, güzellik, yakışıklılık hiyerarşisi kalktığında bizler daha güçlü bir trans hareketi yaratacaktık. Bunun en güzel örneğini bu seneki Onur Yürüyüşü’nde transerkek, transkadın, transgender ve diğer cinsiyet kimliği tanımlamalarındaki insanların trans blok pankartını taşımasıydı. Dönme, bütün tartışmaların bir yana bırakılmasının ortak ifadesiydi. Dönmeydik. Kadından erkeğe, erkekten kadına, oğlan çocukluğuna, kadınlığa, trans feminen geyliğe ve daha bir sürü şeye...
 
Döne döne yazının sonuna gelirken “Böyle bir şey varsa asla söylemem ve bunun mücadelesini vermem” cümlesini yazdığımda sosyalist bir örgütte biseksüel bir kadın olarak mücadele ediyor ve Voltrans’a uzaktan bakıyordum. Şu günlerde Voltrans belgeseli için kendimi parçalarken aradan sadece dört yıl değil daha uzun bir yol geçtiğini düşünüyorum. Bin tane açılma yazısı yazıp ancak bunu paylaşabilecek cesarete gelmek epey vakit alsa da hikayemi ve hikayelerinizi çok seviyorum. (Herkese ve her şeye rağmen.)
 
1. edip cansever/aşklar içinde
2. seyyidhan kömürcü/insan
3. edip cansever/ne gelir elimizden insan olmaktan başka
4. edip cansever/ben ruhi bey nasılım
5. edip cansever/çağırılmayan yakup
6. cemal süreya/üvercinka 

Etiketler:
İstihdam