12/12/2016 | Yazar: Hasan Basri Çifçi

Üniversitede hukuk okumaya başladığımda Taksim’e yemeğe bile gitsem gaz soluyordum, ikinci yılımda seyrek bombalar patlamaya başladı, üçüncü yılımda darbe oldu.

Bombalarla büyümeye başladığımı ilk kez meclise düştüklerinde fark ettim. Haziran’daki Diyarbakır patlamasının üstünden bir buçuk yıl geçtiğine, onlarca bombanın sloganları, şarkıları ve dansları yarım bıraktığına bir anda uyandım. Yaşananları anlayamadım, olanlara inanamadım. Keşke yaşamak zorunda olduğumuz cehennemi seçme şansımız olsaydı dedim. Arkadaşım her yanda cehennem gördüğünü söylerken, uçak ve çatışma sesleriyle uyuyakaldığını anlatırken ağlamadan dinlemeyi beceremedim. Nasıl bir büyümek, niçin doğdum, niye büyüyorum, ne bekliyor beni? Bataklıkta boğulmak. “Coğrafya kader değildir” diyordu Tahir Elçi. Sonra Diyarbakır’da bir caminin sütunları önünde öldürüldü.

15 Temmuz’dan sonra yazın geri kalanı için bütün planlarımı iptal ettim, kendimi ailemin yanına attım ve bombaları çocukluğumdan uzak tutmaya karar verdim. Yaz sonunda artık şunu söylüyordum: “Kafama bombalar yağana kadar Don Quixote okuyacağım, Yedi Numara seyredeceğim, yazacağım, gezeceğim, tozacağım. Bir kere geldim ben de, acıyla, şiddetle, pornoyla bunu mahvetmenize izin vermeyeceğim.” Meydan okumam boşa çıktı, çünkü hiçbir şey çocukluğumdaki gibi değildi! Masallarımda güneş doğuyordu benim, teletabilerin bebek yüzlü güneşiyle büyüyordu günler. Sonra karanlık olduk. Yarım kaldık.

Ekim başında bombaların nitrat tozları artık yaşadığım mahalleye gelmeye başladı. Sevdiğim insanlarla keyifli bir yemeğin ardından yurda dönerken tanıdık biri yolumuza çıkıp "bomba ihbarı varmış, haberiniz yok mu" dedi. Çok şaşırmadım, çünkü galiba inanmadım, saçma geldi. Yurttaki odama gelince okula öğrenciler dışında kimsenin alınmadığını, araçlarınsa detaylı arandıktan sonra alındığını öğrendim. Sadece birkaç dakikaya dedikodular yükseldi, itfaiye varmış, jandarma kapıdaymış, bağrışmalar duyulmuş, yurtta insanlar sığınaktaymış… Bunların gerçek olup olmadığını bilmiyordum, arkadaşlarım arayıp durumumu sorunca "valla bilmiyorum ki" dedim. Bir tanesi çok kızdı sakinliğime, anlam veremedi, diğeri "camlardan uzak dur" dedi. Açıkçası onlar arayıp da bana kızana kadar durumu pek ciddiye almamıştım. Böyle gergin telefonlar alınca bir arkadaşımda kalmaya karar verdim. Odadan çıkacakken vazgeçtim, inip çamaşırlarımı yıkadım, arkadaşımı arayıp biraz dedikodu yaptım, sonra uykum kaçtı. Benim evim burası yahu, nereye gideyim? Sonra yatağıma uzandım, olumlu olumsuz hiçbir şey hissetmedim, ilgimi yitirdim, uyuştum.

Şaşıyorum acar hukukçulara, aktivistlere, nasıl yaşıyorlar böyle, nasıl yükleniyorlar bu kadarını? Budizmin birinci yüce gerçeği dukkha, yani yaşam acı dolu, bunu değiştirmiyor hiçbir şey. John Dos Passos 1927’de yazdığı kitabı Doğu Ekspresi’nde soruyor: “Kentlerin, kıtaların üst üste yığıldığı bu Babil kulesi, küçülen ve lastik gibi uzayabilen, top gibi sekebilen bu dünya bize ne veriyor?”

Üniversitede hukuk okumaya başladığımda Taksim'e yemeğe bile gitsem gaz soluyordum, ikinci yılımda seyrek bombalar patlamaya başladı, üçüncü yılımda darbe oldu. Ian McEwan’ın “Çocuk Yasası”nda "Hukuk kırk beş dakika boyunca akıllarına gelmedi." diye bir cümle vardı. Öylece unuttum ben de, çocukluğumu da hukuku da unuttum, hep birlikte unuttuk, aklıma hiçbir şey gelmiyor.

Aralık başında aynı yatakta uyumaya çalışırken bir patlama sesiyle irkildim. Ne patladı acaba? Sadece maytap bile olabilir. Çocukken oynardık maytapla. Sonra odamın ortasına bir el bombası atılsa ondan nasıl kurtulup kaçacağımı düşünerek uykuya dalmaya çalıştım. İşte böyle büyüttü beni ülkenin dört yanında patlayan bombalar, çocukluğumu bozup kalbimi parça parça ezdiler. Masallara güneş bırakmadılar, "sokağa çıkılamıyor".

10.12.2016 - Erzurum


Etiketler:
nefret