30/11/2014 | Yazar: Umut Güner

Yani parklar gündüzleri heteroseksüellerin geceleri ise lubunyalarındı.

Yatak odaları bize yetmemeye başladığında birbirimizi sokakta bulmaya başladık. Erkek eşcinsellerin Türkiye’deki deneyiminde hamamlar, parklar, sinemalar ve barlar bir arada durabildiğimiz yerler olageldi. Parklardaki eşcinsel ritüellerin işlenişi, genellikle gün batımı sonrasında yaşandığından pek bilinmeyebilirdi; yani parklar gündüzleri heteroseksüellerin geceleri ise lubunyalarındı.
 
Tezer Özlü’nün bu sözünü, bu coğrafyada yaşayan ve sırtını iktidara iyice dayamamış birileri dışında sanırım herkesin -hayatın bir döneminde adlandırmasa bile- hissettiği bir duygunun adı. “Burası bizim değil, bizi öldürmek isteyenlerin ülkesi.” Sadece bizi öldürmek isteyenlerin ülkesi değil, gündelik hayatlarımızı sürekli zora sokarak bizi mekânsız bırakanların, gettolara itiştirenlerin ve sonra da gettolarımızı elimizden almakla tehdit edenlerin ülkesi…
 
Peki, sadece bizi mi tehdit ediyorlar? Muhafazakâr, laik ama Müslüman, erkekliğinden bir gram bile ödün vermeyenlerin “kamuoyunu” oluşturulduğu varsayılıyor. Bu varsayımdan hareketle “ya sev ya terk et” desturu, sürekli farklı kesimlerin karşısına farklı şekillerde çıkıyor. Eşcinsellik söz konusu olduğunda Hollanda’ya, laik-İslam’ın dışında bir İslam söz konusu olduğunda “mollalar İran’a”, Sovyet Rusya yıkılmadan önce “Komünistler Rusya’ya”, Rumlar Yunanistan’a, Yahudiler İsrail’e gönderilmekle tehdit edilir ya da zaten mübadele vesaire geyikleri adı altında göçe zorlanır. Kadınlar ise kamusal alan zaten erkek olduğu için, kamusal alanın dışına hemencecik itilir.
 
Tersinden sahip çıktığımız ya da “tu kaka” ettiğimiz ideolojileri mekânlarla özdeşleştirebiliyoruz. Recep Tayyip Erdoğan, İzmir’deki Cumhuriyet Mitingi sonrasında İzmir’i “gavur İzmir” olarak nitelendirmişti. Gene TCK tartışmalarında, Ankara ve İstanbul’dan kadın örgütlerinin talebini marjinalleştirerek ve “bu talep Türkiye’nin talebi değil” diyerek Anadolu’ya seslenmiş ve AKP kadın kolları ile “gerçek” kadınların “gerçek” talepleri üzerine bir toplantı yapmıştı. Benzer bir şekilde, Kürt illerinin, “tehlikeli” ve “ne olacağı belli olmayan yerler” olarak sunulması da benzer bir şekilde mekânlarla ideolojileri örtüştürme çabasının bir sonucu.
 
Kamusal alan-özel alan ayrımını iktidar, heteronormativite dışında kalan bütün cinsel yönelim ve kimlikler içinde yapar ve kocaman bir yalan söyleyerek işe başlar: “Yatak odanda ne yapıyorsan yap, beni ilgilendirmez.” Bu yatak odanda ne yapıyorsan yap siyaseti, güya bir özgürlük alanı sağlar. Ancak iktidar, yatak odanda kiminle ne yaptığınla o kadar ilgilidir ki, yatak odanda eğer heteroseksüel ilişki dışında bir birliktelik içinde isen bu yüzden evinden atılabilir ve işinden olabilirsin; hakkında soruşturma açılabilir ve nefret sana karşı kışkırtılabilir. 
 
 “Bize ait odalar”
 
Yatak odaları bize yetmemeye başladığında birbirimizi sokakta bulmaya başladık. Erkek eşcinsellerin Türkiye’deki deneyiminde hamamlar, parklar, sinemalar ve barlar bir arada durabildiğimiz yerler olageldi. Parklardaki eşcinsel ritüellerin işlenişi, genellikle gün batımı sonrasında yaşandığından pek bilinmeyebilirdi; yani parklar gündüzleri heteroseksüellerin geceleri ise lubunyalarındı. Sinemalar, aynı zaman diliminde ikiye bölünmüş mekânlar şeklinde paylaşılırdı: salonun arkaları lubunyaların ve lubunya sevenlerin; salonun ön kısmı ise su katılmamış heteroseksüellerindi. Hamamlar ise iyiden iyiye ayrışmıştı. Örneğin eskiden Şengül Hamamı’nın eşcinsel hamamını herkes bilirdi. “Herkes” gitmezdi, sadece “lubunyalar” ve “lubunya severler” giderdi. Kazara bir hetero düştüğü zaman da tellaklar “Aman uzak durun, o sizden değil!” diyerek uyarırdı.
 
Ancak son on senede, parklar belediyeler tarafından yeniden düzenlendi, bütün kuytu köşeler aydınlatıldı. Sinemalar kapatıldı, yanlış hatırlamıyorsam bir ya da ikisi yandı. Hamamlar ya kapandı ya da “herkese” hizmet vermeye başladı. Barlar ise bir şekilde devam ediyor. Ancak erkek erkeğe arzunun rahatça sergilenebildiği park, hamam ve sinemaların olmaması aslında o alanlardaki homo-erotik ritüelleri de beraberinde götürdü. Geriye mekân olarak sadece barlar ve internet kaldı. Hamam, sinema ve park gibi toplu halde sosyalleşmenin mümkün olduğu bir alan, aynı zamanda seks ihtiyacını “orada” giderip hayatına devam edebildiğin bir imkân sunuyordu. İnternet ise yok olan mekânların verdiği güvencelerin olmadığı bir alan. Bu yüzden de internet üzerinden tanışmalar sonrasında gasp, şiddet, tecavüz ve nefret cinayetler daha fazla oluyor.
 
Aynı şey, trans seks işçileri için de geçerli. Sokak müşterisi, kulüp ya da koli evi müşterisi tarafından nefret suçlarına maruz kalan transların oranı ile internet ortamı üzerinden müşterileri tarafından nefret suçlarına maruz kalan transların oranı arasında ciddi bir fark var. Bu da bize bu ülkenin sanal âleminin de bizim olmadığını gösteriyor. Bu ülke, bizi sanalda da gerçek hayatta da öldürmek isteyenlerin ülkesi!
 
*Bu yazı ilk olarak Kaos GL Dergisi’nin Kent/Mekan dosya konulu 120. sayısında yayınlandı. 

Etiketler:
nefret