14/12/2014 | Yazar: Karin Karakaşlı

Mahkûm edilmeye çalışıldığı unutuluşa inat, Camille Claudel, ışıltılı varlığıyla ilham ve irade aşılamaya devam ediyor.

Onun fotoğrafına bakmaya doyamam. O kadar sık ve o kadar uzun zaman geçirdim ki karşısında, boyut kazandı, canlandı sonunda. Karşısına geçenin gözlerinin tam içine bakan o koca gözleri, dağınık bir şekilde toplanmış saçları ve bir inadın kanıtı olarak aşağı sarkmış dolgun dudaklarıyla, eşine zor rastlanan doğal kadın güzelliğinin ifadesidir. Görünümü hayatıyla uyumludur. İkisi de derinlerdeki fırtınayı hissettirir.
 
Çağının dehası ve asisi Camille Claudel, sanatçı kimliği ve hayatı, büyük bir aşkla sevdiği Rodin’in gölgesinde haksızlığa uğramış bir kadın. Yeteneğini, emeğini ve hayatını yutan bir düzende, sıradışı, cesur varoluşunun bedelini, hayatının otuz yılını Paris’te bir akıl hastanesinde geçirmeye zorlanmasıyla ödeyen, büyüleyici bir birey. Birörnek hayatlara, baskıcı yönetimlere, resmi tarih yalanlarına maruz bırakıldığımız bir ülkede onun ışıltılı varlığından feyz almaya her zamankinden daha da çok ihtiyaç var.
 
Üstelik Camille benim için, canıma kattığım Pınar’la paylaştığımız, ortak, mucizevi bir hazine. Amargi Feminist Dergi’nin 2006 yılı güz sayısında, Rodin’in İstanbul’da açılan sergisinden hareketle, kadınlık tarihinde Camille Claudel’in bütün duraklarına uğrayan ‘Buralardan sadece Rodin mi geçti?’ başlıklı yazısında, Pınar Selek şöyle sesleniyordu ona: “Kadınların birbirine geçişi kolay maalesef, Maalesef mi, iyi ki mi, bilmiyorum ama ben çok kolay senin yerinde olabileceğimi hissettim ve acını çok fena çektim içime... Biz zehri aşk iksiriyle içiyoruz. Varlığımızı kuşatan erkekliğe aşkla bağlanıyoruz. Aşk karşısında elimiz, kolumuz bağlanıyor. Aslında yaşam istencimizi körükleme, ruhumuzu ve bedenimizi diriltme kudretine sahip olan aşk, erkeklik karşısında bizi bitiren bir büyüye dönüşüyor. Bu büyü içinde kendimizi kaybediyoruz Camille... Böylece yutuluyoruz. Aşka kapılıyor, aşkla kapılıyoruz.”
 
Pınar’ın bu kadının trajedisinde yakaladığı toplumsal gerçek de son derece çarpıcıydı: “Sütün, o dönemin sembolik erkekliği tarafından emildikten sonra duruma boyun eğip memelerini bütün ellere teslim etmek yerine, sütü kendi ağzına akıtmaya başladığın için çok tehlikeli sayıldın. Biliyorum bunun farkındasın, akıl hastanesinde, ‘Beni yalnız yaşamakla (ah dayanılmaz cinayet!) suçluyorlar!’ diye yazmışsın... Diyorsun ki, ‘Kurtların kemirdiği bir lahana gibiyim şimdi, yeni filizlenen her yaprağımı büyük bir oburlukla mideye indiriyorlar! Tüm hayatım boyunca ürettiğim eserlere sahip çıktıktan sonra şimdi de bana hapishane hayatı yaşatıyorlar’.”
 
Ben de ‘Alacakaranlık Kadınları’ başlıklı öykümde, Camille’in yaşamını anlatan kitapta bulduğum küçük bir yarığı anlatmıştım. Rodin’in hayat arkadaşı Rose Beuret atölyeye gelip büstlere saldırdıktan sonra, onunla birlikte giden ustası ve sevgilisi Rodin’den haber alamayan, üstelik bir de ailesinin evinden annesi tarafından kovulan Camille’in atölyede geçirdiği o sekiz günün yarığı. Heykele duyduğu aşkı ve korkusunu şöyle yazmışım: “Elini alçıya ilk uzattığı andan itibaren bir daha ağzını açmadı. Yatakta titreyen kadının nasıl bir toprak savaşçısına dönüştüğünü izledim gözümü bile kırpmadan. Kaç saat geçti bilmiyorum. Zamanı geniş pencerelerden sızan ışığın oyunlarından bildim en çok, bir de genç kadının kollarını uyuşturan, sırtını kaskatı bırakan o yorgunluktan. Alçılarla boğuşurken ısındı hemen, soluk yanaklarını al bastı. Perçemleri alnına yapıştı. Hırsla topladı saçlarını tepeye. Alçı kalıbıyla arasına hiçbir şeyin girmesine izin veremezdi. Gün ışığından son kırıntısına kadar yararlanmaya kararlıydı. Ancak çalışamaz hale geldiğinde duruyor, biraz peynir ekmek kemirip kana kana su içiyor ve kendini ada yatağına atıyordu. Kimi zaman kâbuslarla uyanıyordu. Çığlığına koşuyor, terlemiş elini siliyordum. Her seferinde aynı kâbusu anlatıyordu küçük bir çocuk heyecanıyla. ‘Rodin’e sarılıyorum rüyamda, sıcacık insan tenine. Derken soğuyor, taş kesiliyor. Heykel oluyor Rodin ve üzerime devriliyor. Eziliyorum’...”
 
Camille kendisinden hoyratça çalmaya yeltendikleri hayatı ve sanatı da tanımlamıştı öykümde: “Kendimi heykelden biliyorum ben. Yapmam gereken heykellerin ağırlığı yerçekimi kanunumu oluşturuyor. Ancak onları salarsam havalanabilir, uçabilirim.” Kendi ekseninde dönüp dünyaya seslendi. “Sanki magmanın özüyüm, kraterin lavı, çarpacak göktaşı, sarsacak deprem, taşacak suyum. Korkun benden, çünkü kaybedecek hiçbir şeyim kalmadı.”
 
Mahkûm edilmeye çalışıldığı unutuluşa inat, Camille Claudel, ışıltılı varlığıyla ilham ve irade aşılamaya devam ediyor. Çünkü kadınlığa layık görülen karanlık da, o karanlığı delmek için elzem olan kararlılık da halen geçerli. Camille yüz yıllık fotoğrafından bizi seyrediyor. 

Etiketler:
İstihdam