21/12/2010 | Yazar: Serap Erdoğan

‘…Can canı sever, ötesi yoktur bunun çocuk…’

‘…Can canı sever, ötesi yoktur bunun çocuk…’

Can canı sever, ötesi yoktur bunun çocuk… 
 
‘…Uzanıp takvime baktı yeniden, bilmem kaçıncı kez hesapladı ilk gördüğünden bu yana kaç gün geçtiğini.’
 
‘Toplantıdaydık, hemen herkes gelmişti, sonra kapıda o belirdi. Telaşını gizlemeye çalışan abartılı bir umursamazlıkla’. ‘Yanlış gelmiş’ diye düşünmüştüm. Kıyafetleri akşamın yarı resmi havasına uygun değildi hiç, oteldeki toplantı salonlarından herhangi bir başkasındaki herhangi bir başka yemek için gelen herhangi biri. Bir an kararsızlıkla kaçamak bakışlar attı salona, belli ki tanıdık yüzler arıyordu. Sonra cep telefonuna uzandığını gördüm büyük olasılıkla o an kendisini beklemekte olduğunu düşündüğü arkadaşlarını arayacaktı ‘Neredesiniz’ demek için, sonra bir kopukluk.
 
Masadaki bir konuşmaya dahil oldum, bir şeyler atıştırdım, arkama yaslanıp yeniden insanları seyre daldığımda ilk seni fark ettim, uzaktaki bir masada arkan dönük oturuyordun işte. Demek gerçekten buradaki toplantı için gelmiştin, demek yüzündeki ‘Hey ben doğru yerdeyim ama siz kimsiniz, hepiniz yanlış gelmişsiniz’ ifadesinin en azından bir dayanağı vardı…
 
Bu ilk ‘karşılaşma’ bile diyemediğim ‘uzaktan görme’nin üzerinden 10 gün geçmiş. Şimdi geriye dönüp tekrar düşündüğümde bir anlam veremiyorum 70-80 kişilik, üstelik de çoğunu tanımadığım insanların katıldığı bir toplantıdan neden seninle ilgili bu kadar net anlar hatırladığıma. Akşam birkaç arkadaşla toplantı sonrası muhabbetinde, işe yeni başlayan biri olduğunu öğreniyorum, hakkındaki tek kesin bilgi! Araya giren hafta sonu, pazartesi akşam mesai bitiminden sonra karanlık merdivenlerde bir karşılaşma! Bir şarkı mırıldanıyordun, ne olduğunu çıkaramadığım bir şarkı, yüzünde yine hesap soran o üstten ifade. Bir saniye karanlık bir merdivende aniden karşılaşmanın yarattığı refleks duraklama ve bakışların birbirine değmesi; bir saniye bakışlarının gözlerimden gömleğime inmesi (rengine mi takılmıştın?) ve sonraki bir saniye içinde herkesin kendi yoluna devam etmesi. İç konuşmalarım: ‘Bu o muydu, karanlıkta yüzünü göremedim ki. Görsem ne olacak zaten yüzünü bilmiyorum ama kesin oydu tavrı aynı tavır. Neden bu taraftaki merdivenlerden iniyor acaba?’.
 
Ve büyük gün çarşamba! Öğlen yemeklerine gitmiyorken ve o gün de gitmeyecekken, son anda gitme kararı; böylece iş arkadaşıma anlatmam gerekenleri yemek sırasında konuşabiliriz ve öğleden sonra bu konuşmaya ayrıca bir zaman ayırmaya gerek kalmaz. Yemeğin ilk beş dakikası hararetle bir şeyler anlatıyorum ve sonra başladığını duyduğum bölümdeki arkadaşların giriyor önce yemek salonuna ve sonra sen! Masaya doğru yaklaşıyorsunuz, arkadaşlarınla selamlaşıyoruz, sense görüş alanıma giren hatta aslında görüş alanımda kendisinden başka hiçbir şeye yer bırakmayan koskocaman ‘gri bir leke’sin! Zihnimi o kadar meşgul ediyorsun ki, arkadaşlarının yüzlerine gülümseyerek baktığımın farkında olduğum halde hiçbirinin yüzünü göremiyorum. Sağımızdaki masaya oturuyorsunuz, tam çaprazımdasın. Masada sağımda duran arkadaşımın sorusuna cevap vermek için sizden tarafa dönüyorum, başımı kaldırsam yüzünü görebileceğim. Benimse tek hatırladığım gri gömleğin ve gri spor ayakkabıların. Sanki bütün salon o an benim zihnimin seninle dolu olduğunu biliyor, sanki o an herşey ve herkes bizim karşılaşma anımızın arka sahnesini oluşturmak üzere orada. Yemekler bitiyor, kalkıp çıkıyorsunuz, ilk kez masaya bakıyorum dönüp, peçeteni katlayıp tabağının içine bırakmışsın. Benim ani bir saldırıdan yeni çıkmış gibi görünen yemek tepsimle karşılaştırıldığında seninki bir o kadar düzenli ve sakin! Gülümsüyorum. Yemek sonrası bahçede çay içme önerisi kimden geldi hatırlamıyorum, işte çay sırasındayım, işte hemen arkamda birden senin bölümünden bir arkadaşı görüyorum ve görüş alanımda yine ‘gri bir leke’! Arkadaşınla karşılıklı selamlaşmalar, çayı almadan paketten bir sigara çıkarma telaşı ve eminim bu arada senin yüzüne bakıyorum çünkü gözlerin yeşil, aklımda tek kalansa grinin üzerinde iki yeşil leke! Arkamı dönüp arkadaşlarımın yanına ilerliyorum ama hareketlerin zihnimde kırmızı ışıktan bir iz bırakıyor, biliyorum sen de ilerliyorsun, biliyorum şimdi sen de durdun. Bahçenin bir ucunda sohbete katılıyorum insanlarla, kafamda yankılanan ‘Acaba o da sigara içiyor mu?’ diye bir soru. Aklımdaki kırmızı ışıktan çizgi deli gibi yanıp sönmeye başlıyor, aniden arkamı dönüyorum, tam da olman gerektiğini düşündüğüm yerde, gözlerini benden ayırmadan sigarandan derin bir nefes alıyorsun…”
 
Dönüp en baştan okudum yazdıklarımı. Acaba bunu okuyan biri ne hisseder, acaba onun içindeki yaşanmış ya da yaşanan ya da belki yaşanacak olan kıpırtılara dokunabiliyor mudur sözcükler? Sonra ‘hadi’ dedim ‘şu ilk cümleye isimleri ekleyeyim’…
 
‘….Uzanıp takvime baktı Aylin yeniden, bilmem kaçıncı kez hesapladı Gökhan’ı ilk gördüğünden bu yana kaç gün geçtiğini.’
 
Akıl bu ya, sonra değiştiriveresim geldi isimleri:
‘….Uzanıp takvime baktı Aylin yeniden, bilmem kaçıncı kez hesapladı Meral’i ilk gördüğünden bu yana kaç gün geçtiğini.’
Peki ya şöyleyse?
‘….Uzanıp takvime baktı Gökhan yeniden, bilmem kaçıncı kez hesapladı İsmail’i ilk gördüğünden bu yana kaç gün geçtiğini.’
 
Dönüp en baştan okudum yazdıklarımı, yıllar önce ilk duyduğumda beni çarpıveren mısraları geldi hatırıma Arkadaş Z. Özger’in:
‘…Can canı sever, ötesi yoktur bunun çocuk…’
Can canı sever, ötesi yoktur bunun çocuk…
 

Etiketler:
İstihdam