17/03/2009 | Yazar: Murathan Mungan

Murathan Mungan, Kaos GL için yazdı.

Murathan Mungan, Kaos GL için yazdı.

"Ben gey olma halinin, gerçekliği algılamada çarpıtmaya yol açabileceği kuşkusuyla kendimle ilgili kaygılara kapılmışken, asıl ‘heteroseksüel blokaj’ın gerçekliği algılamada nasıl bir körlüğe yol açtığını; farkında olunan ya da olunmayan redlerle çekilen duvarların ortada apaçık duranı bile görmeyi engelleyebildiğini keşfetmiştim."

 
‘Filmi kesilmiş haliyle, ‘erkekler arasındaki bildik çekişmeler, rekabet ilişkileri gibi gündelikten tanınıp bilinen sürtüşmelerin hikâyesi’ olarak seyrederken harcanacak bir dikkat bile, filmdeki eşcinsel gizilgücün varlığını keşfetmeye yetebilirdi.’
 
 
Ankara’da, Tandoğan’da şimdi üzerinde öğrenci yurdu binasının yükseldiği yerde orduevine ait bir açıkhava sineması vardı o zamanlar. Geniş perdeli, güzel, büyük bir sinemaydı. Oturma yerlerinin sandalye değil de, beyaz boyalı, arkalıklı tahta sıralar olduğu kalmış aklımda. Çavuşun Sırrı filmini orada görmüştüm. Gözlerimin önüne gene yıldızlı bir yaz gecesi geldiğine göre aynı dönem olmalı; başrollerinde Elizabeth Taylor, Robert Mitchum ve Mia Farrow’un oynadıkları- Joseph Losey’nin Gizli Merasim (‘SecretCeremony’) filmini de orada seyredip çok etkilenmiştim. Bu açık hava sinemasının hemen yanı başında bir de kışlığı vardı. Ne zaman birileri ‘Orduevi Sineması’ dese aklıma, başrollerinde Marianne Faithfull ve Alain Delon’un oynadıkları Motosikletli Kız filmiyle, çoğunda Rita Pavone’nin sınıfın şirin ve haylaz kızı rolünde olduğu bir dolu şamatacı İtalyan filmi gelir...
 
Yalnızca asker aileleri ve onların konuklarının girebildiği sinemaya, ablamın –ağabeyimin astsubay olması nedeniyle- serbest giriş kartı vardı ve bu nedenle çocukluğumun, yeniyetmeliğimin Ankara tatillerine denk gelen çoğu anıları, o sinemaya aittir.
 
Çavuşun Sırrı filmini özel nedenlerle anımsıyorum. Adını daha sonraları pek duymadığımız bir yönetmen olan John Flynn’ın, özgün adı The Sergeant olup Türkiye’de ‘Çavuşun Sırrı’ adıyla gösterilen bu filminde başrollerde Rod Steiger ve John Phillip Law oynuyorlardı.
 
Sonradan düşündüğümde, bana sanki daha küçükmüşüm gibi geliyor ama arşiv kayıtlarına baktığımda yapım tarihinin 1968 olduğunu gördüğüm filmi, o dönemin koşulları gereği en az bir yıl sonra seyrettiğimizi varsayarsak 14, hadi bilemediniz 15 yaşında olmalıyım. O yazlardan ve ablamların çocukluğumda önemli bir yer tutan bahçesinden anımsadığım bir diğer anım, aynı havuzun kenarında Jean-Paul Sartre’ın ünlü üçlemesini sıkıla boğula okumaya çalışma gayretimdir. (13-14 yaşları ve Sartre’ın Özgürlüğün Yolları! Ne kadar erken başlamışım özgürlüğün dikbaşlı yollarını aramaya.)
 
Genellikle şöyle oluyordu: Ablamların Beşevler’de, Anıtkabir’in hemen yanı başındaki su deposu lojmanının bahçesi, Ankara’nın o kara sıcağında herkese bir vaha gibi göründüğünden, öğleden sonraları, akşamüstleri gelen konuklarla ya evin önünde, havuzun kenarındaki masada oturulur, ya yukarıda ağaç altlarına çimenlere serilen kilimlere yayılarak çay içilir; günbatımı ise mutlaka yukarıdaki çardaktan izlenirdi. Eteğinde Mareşal Fevzi Çakmak Caddesi’nin yer aldığı o küçük tepeden izlenen günbatımı birdenbire Ankara’yı bambaşka bir yer kılardı.
 
Çoğu kez, radyoda dinlediğimiz ‘Arkası Yarın’, ‘Mikrofonda Tiyatro’ gibi programlar ya da bir gece önce birlikte seyretmiş olduğumuz filmler üzerine konuşulurdu uzun uzun... Ablam, ben, Güler Teyze ve kızları İlter ve Sibel Abla’larla birlikte, evin hemen önünde gölgelik altındaki masada oturduğumuzu, çay içip, yanında kek, poğaça, sigara böreği yerken bir gece önce birlikte seyretmiş olduğumuz Çavuşun Sırrı filmini konuştuğumuzu dün gibi anımsıyorum. Ablamın hayattaki en eski arkadaşı Sibel Abla’nın kocası Devlet Tiyatrosu’nda oyuncuydu. Kendisi ve ablası İlter de dönemin özel tiyatrolarından biri olan Mithatpaşa Tiyatrosu’nun kadrosundaydılar. Şu saydığım çekirdek gruba zaman zaman başkalarının da katıldığı olurdu; bir aile ortamı havası içinde dinlediklerimizi, seyrettiklerimizi, okuduklarımızı konuşur, tartışırdık.
 
Bir yeniyetme olarak dünyaya dokunmanın, hayatı öğrenmenin, büyüklerin dünyasına bir erişkin olarak kabul edilmenin heyecanını duyduğum o yılların belleğimdeki fotoğraflarına dayanıklılığını veren şey, bazı olaylarda yaşanılan aydınlanma anlarının gücü olmalı.
 
***
 
Filmi görenler anımsayacaklardır: Rod Steiger ile emrindeki John Philip Law’ın aralarındaki çekişmeler, sürtüşmeler anlatılır filmde. Askeri disiplinin konu edildiği benzeri filmlerde de sıkça görülen üst’ün alt’a ettiği her tür zulüm, çeşitli olaylarla gelişerek hikâyeyi ve gerilimi tırmandırır.

 
Şimdi bu noktadan itibaren muradımı doğru olarak anlatabilmem için, adım adım ilerlememiz gerekiyor:
 
O yıllarda Türkiye’de İçişleri Bakanlığı’na bağlı olarak çalışan ‘Sansür Heyeti’ dedikleri bir kurul vardı; hem yerli hem yabancı filmler ancak bu Sansür Heyeti’nin onayını aldıktan sonra sinemalarda gösterilebiliyordu. Dolayısıyla filmin ithal edilirken gerek ithal eden firma gerek sansür tarafından ciddi ölçüde makaslanıp kırpılmış olduğunu hesaba katmak gerekiyor. İkinci olarak, filmin gösterildiği yerin bir Orduevi Sineması olduğunu anımsayalım. Filmi makaraya takmadan önce Sansür Heyeti’nin bile hoşgörü sınırları içinde yer alan, ama Orduevi Sineması ilgililerinin sakıncalı bulabileceği sahnelerin bu kez de onlar tarafından doğranmış olabileceğini kabul edelim. Sonuç olarak, Türkçeleştirilmiş adında dikkat çekilmeye çalışan ‘sırrın’ değil kendisini, görülebilir ipuçlarını bile yok edecek ölçüde kırpılıp kuşa çevrilen filmin asıl hikâyesini izlemekte seyircinin nasıl zorlandığını tahmin etmek güç olmasa gerek.
 
Ertesi günü havuz kenarındaki masada oturmuş kendi aramızda filmi konuşup tartışıyorduk. Ben, filmde Rod Steiger’ın canlandırdığı karakterin, emri altındaki John Philippe Law’un canlandırdığı askere karşı duyduğu saplantılı tutkuyu, aşkı sezdirmeye çalıştığından söz edecek olduğumda, masadaki kadınların ortak tepkisiyle karşılaştım. Hepsi çok şaşırmışlardı. Galiba ilk itiraz İlter Abla’dan gelmişti: ‘Nereden çıkarıyorsun bunu, ben hiç böyle bir şey almadım,’ demişti. Doğru, nereden çıkarıyordum? Filmin belli belirsiz de olsa kuşkularımı güçlendiren ipucu yerine geçebilecek birkaç sahnesinden örnek vermeye çalıştıysam da, anladığım kadarıyla pek de inandırıcı olamamıştım. Onlar filmi, erkekler arasındaki bildik çekişmeler, güç çatışmaları, rekabet ilişkileri gibi gündelikten tanıdıkları sürtüşmelerin ‘askeriyede’, daha sert koşullarda geçen bir çeşidi olarak seyretmişlerdi. Bu konudaki görüşlerimden vazgeçmemiş olsam da, karşılaştığım ortak itiraz sonucu cesareti azalmış bir sesle geri çekilip konuyu kapatmış olmalıyım. Bu konuda ısrar etmenin, kendim hakkında bir şey ifşa ediyorum anlamına gelebileceğini düşünmüş olsam gerek. Bu konuda inat etmek, kendi geyliğimi apaçık ifade edebilme yoksunluğunu, film aracılığıyla dolaylı olarak dillendirmeye çalışıyormuşum gibi anlaşılabilirdi. Bu, geylerin erken yaşta tanıdığı bir korku çeşididir ve unutmamak gerekir ki, kişisel sansür erken yaşlarda işlemeye başlar. Üstelik bu konu, büyüklerinden habersiz gizlice sigara içmek gibi yakalandığımız takdirde ‘tolore edilmesi’ daha kolay bir şey değildir.
 
*** 
 
Filme ilişkin yorumlarımın diğerleri tarafından kabul görmemesi karşısında yaşadığım şeyin kelimelerini o an bulamamış olabilirim, ama bazı olayları, anıları bizim için unutulmaz kılan, sanırım onların hayatımızın geri kalanında karşılaşacağımız sorunlar konusunda işaret değeri taşıyan birer metafor gücüne sahip olmalarıdır. Unutamadıkça, benzerleriyle karşılaştıkça, hatırladıkça o ilk güçlü deneyim her seferinde olanca canlılığıyla çıkagelir.
 
Ayrıca karşılaştığım direnç nedeniyle o gün kendi görüşlerimden bile kuşkuya düşmüş olduğumu eklemeliyim. Dediğim gibi 14, 15 yaşlarından söz ediyoruz. Hem de şimdinin değil, bu gibi konuların konuşulmasının bile ciddi birer tabu sayıldığı o yılların 14, 15 yaşlarından ve orasından burasından kırpılmış bir filmin sınırlı ipuçları taşıyan gömülü hikâyesinden… Bilindiği gibi bütün gömülü hikâyeler hayal gücünü kışkırtırlar; gey bir yeniyetmenin kışkırtılmış hayal gücü, özellikle yaşam deneyiminin kıt olduğu yaşlarda bazen kendi kendini çelmelemesiyle sonuçlanabilir.
 
İlk bakışta her ne kadar kişiselmiş gibi görünse de, yıllar öncesinin bu uzak anısının, üzerinde durmaya, başkalarına anlatılmaya değer ciddi sosyolojik ipuçları barındırdığı kanısındayım. Ayrıca bu yazıda kurmaya çalıştığım çerçeve içinde, eşcinsel yaşamın bazı temel başlıklar altında toplanabilecek pratiğine ilişkin farklı konularda bana aynı anda söz söyleme zemini sağlayan bir örnek oluşturduğunu düşünüyorum.
 
Bu başlıkların ilki, gey kimliğin bir suçluluk ve hata kaynağı olarak hissedilmesi haliyle ilgili. O gün filme ait taban tabana zıt iki farklı yorumun ortaya çıkması, iki taraftan birinin ciddi anlama hatasına işaret ediyordu. İşe kendimden başladım. Bir eşcinsel önce kendisini suçlar çünkü; hata aramaya kendisinden başlar. Genleri ya da doğaları gereği taşıdıkları bir özellik değildir bu, çocukluktan başlayarak onlara yaşatılan, dayatılan hayat sonucu öğrendiklerinden, öğretilenlerden ötürü giyinmek zorunda kaldıkları bir roldür. Bu rolü fazla üstlenen geyleri gelecekte bekleyen kader, mazoşizmin geniş yelpazesinin çeşitli derecelerinden payını almış zor bir hayattır. Bu konuda kadınlara benzerler. Dayak yemekten hoşlandığı söylenen kadınların, kaçta kaçının hoşlanmaktan başka çaresinin kalmadığı koşullarda yetişip büyüdüğü, kişiliklerinin biçimlendirilmiş olduğu sorgulanmaz bile; bu durum onların ‘yaradılışına’ verilir. Ölüm gibi yaradılış da hakkında çok az şey bildiğimiz halde, uluorta konuşmaktan çekinmediğimiz konular arasında ilk sıralardadır.
 
Kendime batırdığım çuvaldız şuydu: Film hakkında yanılan ben olabilir miydim? Kendim gey olduğum, böyle hissettiğim için seyrettiğim filmdeki hikâyeyi de böyle yorumlamış, gördüklerimi abartmış ya da çarpıtmış olabilir miydim? Filmde diyelim, ‘olmasını istediğim’ şeyi, olmuş gibi mi görüyordum? Dahası, kendi bu ‘özel durumum’, aynı zamanda bir yanılsama kaynağı olabilir miydi? O yıllarda hep söylendiği gibi, tırnak içindeki normalin dışına çıkan sadece cinselliğim değil, algılarım da olabilir miydi? Eğer böyleyse, yaşamımın geri kalanı için ortada halletmem gereken ciddi bir sorun var demekti.
 
Filmin onca kesilip kırpılmış olmasına karşın, bana o yaşta filmi, bir eşcinsel tutku, saplantı, şiddetli bir aşk hikâyesi olarak seyrettiren şey, adına ‘gay sensibility’ dendiğini sonradan öğreneceğim cinsel kimliğime ilişkin duyarlılığım olabilir miydi? Aklımdan önce ruhum mu tanımıştı filmdeki saklı hikâyeyi? Yoksa aynı duyarlılık kaynağı, gerçekliği bulandırarak benim böyle olmayan durumları bile böyle değerlendirmeme yol açan bir algı çarpılmasına mı neden oluyordu? Birçok geyin, yaşamda karşılaştığı çeşitli olaylar ve kişiler karşısında buna benzer ikircimli duygular yaşadığı olmuştur.
 
Çavuşun Sırrı filmine ilişkin bu eski anının bana söyleme fırsatı tanıdığı yukarıda değindiğim ‘eşcinselliğe ilişkin birçok konunun’ ikincisine gelmiş oluyoruz böylelikle: Eşcinsellerin, bazı hallerde kişilerin ve durumların cinsel dinamikleri hakkında söz alırken karşılaştıkları inandırıcılık sorununa…
 
Birçok gey, yaşamının çeşitli evrelerinde benzer durumlarla karşılaşır. Kimi kişiler, durumlar, olaylar hakkında vardığı sonuçlar; filmlere, kitaplara ilişkin yaptıkları yorumlar; kişilerin cinsel dinamiklerine ilişkin çözümlemeleri düzcinseller tarafından kuşkuyla ya da itirazla karşılanır; çıkarsamalarının, teşhislerinin hatalı olduğu, gerçekliğe tekabül etmediği, söz alan kişinin ‘gey olduğu için’ böyle düşünüp, böyle gördüğü sonucuna varılır. Kişilerin birbirinden bağımsız niyetleri ne olursa olsun, bu yaklaşımda somutlanan zihinsel işleyiş modelinde eşcinsellik, yalnızca cinsel bir çarpıklık olarak değil, aynı zamanda bir algı çarpıklığı olarak da değerlendirilmektedir. Bu çeşit itirazlar, elbette her seferinde kaba düzeyde suçlamalar biçiminde dillendirilmez; özellikle entelektüel kaygılarla homofobisini ‘gizleme’ ya da ‘inceltme’ zorunluluğu duyanlar, daha sinsi bir stratejiyle davranır, daha örtük bir dil kullanmaya özen gösterirler. Ama sonuç değişmez, ortada bir ‘güvensizlik’ söz konusudur.
 
Bu, işin düzcinsellere ait yanı. Öte yandan geyliğini kendi başına kabullenmekte zorlanan, yalnızlığa katlanamayan, bunun için eş, dost, akraba, artist, futbolcu, şarkıcı, ressam, yazar, artık Allah kimi verdiyse, etrafta kimi tanıyorsa, ancak onlar da geyseler ya da olurlarsa kendisini rahat hissedebileceği için, kendince her ‘şüpheli şahsın’ gey olduğu sonucuna varan, nüfus çoğaltma tutkusuyla mümkün olduğunca çok insanı eşcinsellikle yaftalamaya çalışan işgüzar geyler de vardır. Varlığının toplumca kabullenilmesi ya da haklılığını hissedebilmek için sayı çoğaltmanın gereğine inanan egemen zihniyetten ödünç alınmış fetihçi bir avunma biçimidir bu. Bir yanıyla bakılacak olursa, kullandığı zihin modelinin arka planında, yelpazesi haçlı seferlerinden cihat aşkına kadar genişleyen sosyal bir tarih barındırır. Nereden bakarsanız bakın ‘hatalı propaganda’dır, bir an önce aşılması gereken yeniyetme tutumudur; kimliğini onaylatmak ya da varlığını duyurmak için seçilmiş en akıllıca yol değildir ve benzeri birçok itiraz cümlesi kurulabilir bu konuda. Dahası tüm bu hatalı söylemler, ne yazık ki iyiniyetli düzcinseller tarafından bile paylaşılan, ama asıl homofobikler tarafından bir politikaya dönüştürülmüş olan ‘geyler herkesi gey sanıyor, en alakasız durumda bile saklı bir gey hikâye arıyor,’ biçiminde özetlenebilecek önyargılı tutumun beslenip güçlenmesine yol açar. Başkalarını uçandairelerin varlığına inandırabilmek için, bilgisayar hileleriyle ‘sözde kanıt filmleri’ hazırlayanların, konunun hakiki savunucularına verdikleri zararı hatırlatan bir tutumdur bu. Ayrıca ne yazık ki bazı geyler, neredeyse ‘heteroseksüellik’ diye bir şey olmadığına kadar vardırabilirler bu işi. Heteroseksüellik onların gözünde henüz kendi ‘homoseksüelliğini’ keşfedememiş kişilerin ara uğrağıdır.
 
Öte yandan geylerin bu denli aşağılandığı, dışlandığı; gey olanların kendilerini bu denli gizleyip sakladıkları; erkeklerle yatan erkeklerin kendisini gey olarak adlandırmadığı; birçok devlet büyüğünün, tarihi şahsiyetin, ünlü ve malum kişinin gey olduğu şanlı bir tarihe sahip ikiyüzlülük kalesi olan bir toplumda, ‘açık geylerin’ topluma, tarihe, hayata ve kendilerine söylenen bu topyekun yalan karşısında duydukları öfke, kızgınlık, isyan ve benzeri tepkiler, hatta aşırılıklar da anlaşılabilir bir şeydir. Ama ne yaparsınız? Eşitsiz toplumların yasasıdır: Ezilenler, ötekiler, madunlar, diğerleri, dışlananlar her zaman daha çok çalışmak; daha akıllı, daha birikimli, daha dikkatli, daha uyanık olmak zorundadırlar. Dünyanın adaletli bir yer olduğunu kim söylemiş? Burada da ödenecek başka bir bedel vardır.
 
Yeniden havuzbaşındaki Çavuşun Sırrı sohbetine dönecek olursak, bir yandan kendimden kuşkuya düşmüşken öte yandan içimde bir yer, filmin saklı hikâyesi hakkında yanılmadığımı söylüyordu bana. Filmin anlattığını yanlış yorumlamışsam da, beni yanıltan o zamanlar adını bilmediğim ‘gey duyarlılık’ olmalıydı ve önlemini alamazsam bu benim yaşamla ilişkimi olumsuz yönde etkileyecek demekti. Yok, eğer bu konuda yanılmıyorsam, haklıysam, filmde bunu görmemi sağlayan şey yalnızca filmin kahramanıyla benzer cinsel heyecanları duyuyor olmam olamazdı. İnsanlar filmleri yalnızca cinsel kimlikleri gereği sahip oldukları dikkat ve duyarlılıkla değil, aynı zamanda tüm insanlığa paylaştırılmış, eğitimle inceltilmiş zekâ, akıl, sezgi, duygu; yaşamla kazanılmış deneyim, birikim ve benzeri özellikleriyle de seyrederlerdi. Peki, filmde benim toy gözlerle gördüğümü, büyüklerimin görmesini engelleyen ne olabilirdi? Aynı filmi birlikte izlediğim kişilerin her biri, belli bir ‘hayat tecrübesine’ sahip; onca yıl ne çok film, ne çok oyun seyretmiş kişilerdi ne de olsa… Beni onlardan bu kadar kesin bir hatla ayıran şey, yalnızca fazladan bir hassasiyetin yol açtığı bir yorum farkı olabilir miydi?
 
Gerçi o zamanlar cinsellikle ilgili konular bu kadar sık konuşulmaz, gündemde bu ölçüde yer almazdı. Eşcinsellik hakkında hayli mahcup bir tonda söz aldıkları halde, gene de yapılan filmlerin, çevrilen kitapların sayıları da azdı. Benim film hakkındaki yorumuma karşı çıkan diğerleri, bu çeşit cinsel konularda yargılayıcı, suçlayıcı kişiler olmadıkları halde; olan biteni bütün iyiniyetleriyle anlama gayretlerine karşın, içlerinde aşamadıkları bir engel, onları filmin gerçek hikâyesinden uzak tutmuştu. Bu neydi?
 
Galiba o gün gene adını koyamadan ‘heteroseksüel blokaj’ dedikleri şeyi keşfetmiş olmalıyım. Düzcinsellere özgü bir körlük çeşidi, içselleştirilmiş bir yoksama da diyebiliriz buna. Reddin önkabulüne dayanan bir kapanma hali olarak ‘Heteroseksüel blokaj’ın insan algısını kilitleme gücüne bu somutlukta tanık olduğum belki de ilk olay olduğu için, Çavuşun Sırrı filminin kişisel tarihimde yer tutan bu hatırası bende hep saklı kaldı. Bu seyir deneyimi, bir gey olarak ileride karşıma çıkacak, engeline takılacağım sorunlardan biri olan ‘heteroseksüel blokaj’ın gücüyle tanışmamı sağlamış oldu. Ben gey olma halinin, gerçekliği algılamada çarpıtmaya yol açabileceği kuşkusuyla kendimle ilgili kaygılara kapılmışken, asıl ‘heteroseksüel blokaj’ın gerçekliği algılamada nasıl bir körlüğe yol açtığını; farkında olunan ya da olunmayan redlerle çekilen duvarların ortada apaçık duranı bile görmeyi engelleyebildiğini keşfetmiştim. Toplumun birçok kesiminden insanın yıllar yılı Zeki Müren’in ‘sanatçı olduğu için’ öyle giyinip, öyle davrandığına gönülden inanmak istemesini başka nasıl açıklayabiliriz yoksa?
 
Bu arada filmde, ileriki yıllarda daha da pekişecek bir görüşümü doğrulayan şeylerden biri de, erkeklerarası dostluk ya da düşmanlık ilişkilerinin çoğunda barınan eşcinsel gizilgücün varlığıydı. Bu gizilgüç, kuşkusuz her seferinde hikâye içindeki ‘taşıyıcı figürlerin’ bilincine aynı oranda yansımazdı. Yukarıda belirttiğim gibi filmi kesilmiş haliyle, ‘erkekler arasındaki bildik çekişmeler, güç çatışmaları, rekabet ilişkileri gibi gündelikten tanınıp bilinen sürtüşmelerin hikâyesi’ olarak seyrederken harcanacak bir dikkat bile, filmdeki bu eşcinsel gizilgücün varlığını keşfetmeye yetebilirdi. Eşcinsel duyarlılık, yönelim, ilgi her zaman eyleme dönüşmeyebilir; sahibindeki varlığını bir gizilgüç olarak korur. Bazı erkekler, erkeklere karşı duydukları ilgiyi şiddet ve saldırganlık yoluyla bastırarak ifade ederler. İfade etmenin birçok çeşidi vardır çünkü. Kimi güçlü duygular, birbirlerine zıt olsalar da akrabadırlar; bu da birini diğerine transfer etmede kolaylık sağlar. Aşkın bazı hallerde kolaylıkla nefrete dönüşmesini sağlayan mekanizma burada da böyle işler. Bazı erkekler birbirleriyle sevişemedikleri için, dokunmanın bir çeşidi diye dövüşmeyi seçebilirler. Bu ayrıma karar veren içlerindeki gücü tanımayabilirler ya da yeterince tanımayabilirler. İnsanın kendini tanıması bir süreçtir; zaman alır, ya da birçok örneğinde olduğu gibi, hayat gereken zamanı tanısa bile insan kendisini yeterince tanımadan ölür gider.
 
***
 
Çok yıl sonra Çavuşun Sırrı filmini kesilmemiş haliyle seyrettim. Benim kırpık karelerin boşluklarını doldurarak kafamda tamamladığım hikâyenin bütünü açıkça anlatılıyordu filmde. Dahası çavuş karakterini canlandıran Rod Steiger’ın kendini alamayıp emrindeki askeri canlandıran John Philippe Law’u zorla dudaklarından öptüğü bir sahne bile vardı. Yıllar önce bu haliyle filmin tamamını seyretmiş olabilseydik, elbette o gün masadaki tartışmaların hiçbiri geçmeyecekti aramızda. 

 
Ama tıpkı yıllar önce sansürlenmiş bu film gibi, hayat da birçok şeyi görünen ve görünmeyen makasla sansürlüyor. Hayatta da birçok şeyi, karelerin aralarındaki boşlukları doldurarak, alt metin okuyarak, dinamikleri keşfederek anlıyoruz ya da anlamayı reddederek anlamıyoruz.
 
Dün olduğu gibi bugün de ‘heteroseksüel blokaj’ın kilitlediği birçok insan, bu konularda görmek, inanmak, duymak istemediği şeyleri, görmüyor, duymuyor, inanmıyor. Yok saymanın, yok etmeye yeteceğini sanıyor.
 
Bazı insanlar için, zamanında kendisine öğretilmiş olanları muhafaza etmek, zihinsel konforunu korumak, toplumla kurulduğu varsayılan yapay da olsa dengelerin bozulmamasını sağlamak gerçeklerden çok daha önemli olabiliyor. Sonuçta ‘görmek’, ‘bilmek’ de bir tercih işidir, istemeyi gerektirir. 

Kaos GL Dergisi, Ocak-Şubat 2009, Sayı 104, Sayfa 8-11


Etiketler:
nefret