06/05/2015 | Yazar: Fırat Demir

‘Emine’ Sevgi Özdamar, Türkçe’nin acılarına dayanamadı.

‘Emine’ Sevgi Özdamar, Türkçe’nin acılarına dayanamadı.
Başka kelimeleri acısına mabet yaptı.
Almanca yazdı.
Hayat bir kervansaray, iki ucunda da dil vardı.
 
Tristan Tzara’nın annesine dizesi: “bir çiçek bahçesi yaptın / bir metal fabrikası ruhumdan”.
 
Sevgi de, Dadaist. Fakat o çiçek bahçesi ruhunu bile isteye fabrikalara taşımak istedi. Onun iki kapısı daha vardı: biri anne evinin duygusuna açılırdı, ötekisi de yaşamını kurmak isteyen, kendini ilan etmek isteyen yalnızın sokağına. Sevgi, bu iki halin birbirini yok ettiği o sahnede yazmaya başladı.
 
Haber: İletişim Yayınları, ‘Emine’ Sevgi Özdamar’ın ilk iki romanını, “Hayat Bir Kervansaray”ı ve “Haliçli Köprü”yü, yeniden yayımladı.
 
Kıpırtı: Şimdi Sevgi’nin kapılarından bir kere daha geçmenin zamanı. 
 
O kapılardan geçip gidene ne olur? Sevgi, bu sorunun cevabını ilkin kendi hayatında aradı:
 
Ankara, Bursa, İstanbul arasında geçen bir çocukluk. Ölmüşlerle konuşan ninenin sesi, Liz Taylor’ın yüzünü sinemada görmüş annenin sesi ve bir de sokağın sesi. Sevgi’yi büyüten sesler, dişiydi. Sonra iki erkek sesi: abisi ve abisinin arkadaşı Alican’a ait sesler*. Alican’ın sesi Sevgi’ye aşk getirdi, şiir getirdi, siyaset getirdi. Abisinin sesi ise uzaklara, İsviçre’ye gitti, uzaklardan yalnızlığı gönderdi. Sonra aşk cesarete dönüştü, yalnızlıksa terk etmeye dair bir dürtüye. Sevgi, Almanya’ya işçi olarak gitti. Berlin’deki fabrikanın yurdundaysa bir başka ses, yurt müdürü Vasıf Öngören’in sesi, yurttaki kadınlara Türkçe türküleri Almanca okuyarak Almanca öğretti. Bu ses ayrıca Sevgi’nin çocukluk tutkusu tiyatroyu yankılardı. Bir buçuk yıl sonra Türkiye’ye dönen Sevgi, Muhsin Ertuğrul, Ayla Algan, Haldun Taner gibi ustalardan tiyatro eğitimi aldıktan sonra yine bir sesin peşinde, 10 yıl sonra tekrar Berlin’e gitti. Bu sefer ses, ustası bildiği Bertolt Brecht’e aitti. Sevgi, Bertolt Brecht’in öğrencisi Benno Benson’dan ders alacaktı. Sonrası: Sesler tek oldu, Sevgi’nin kulağına yepyeni bir dil olarak indi, yazı oldu. Sevgi’nin ilk oyunu, Karagöz Almanya’da, 1982 yılında sahnedeydi.
 
Ece Ayhan’ın Sevgi’ye bir hediyesi var: Emine. Bu ismi Sevgi’ye Ece verdi. Ece’den ‘Emine’ Sevgi’ye bir şey daha geçti: Bozgunculuk tavrı. ‘Emine’ Sevgi Özdamar, sürgün yazarlığının anlamını bir bozguncunun varlığına bulayan o yeni kimliği giyinmişti. O, usul usul terk ettiği dili, bir başka dille taarruza uğrattı ve iki dilin birbirini yok ettiği anda cendereden kaçmak isteyen insana mırıldandı. Kendi hayatının damgasını edebiyata vurmuştu. Onun edebiyatı, sesini arayanın öyküsünü anlattı. Gürül gürül akan Sevgi’nin kalemi, aynı zamanda adaletli sessizliğin peşindeydi. Keza Almanca yazan Sevgi, dilin yırtıldığı yerden kaçanın becerisiyle dilden hem özgürlüğünü kazandı, hem de aynı dil sistemini bir işgalci olarak görüp düşmanı belledi. Sevgi’nin yazdıklarında Arapça, Türkçe ya da Almanca, hep tehdit altındaydı. O, tek bir güvence aradı: Çocukluk.
 
Walter Benjamin’in bahsettiği 48 saatlik evden kaçışı bir hayat yaptı Sevgi. Türkçe evinden çıkıp Almanca sokağına indi. Sevgi’nin romanlarındaki adaletli bakış, belki de en iyi böyle açıklanabilir. Bu çocuk bir zamanlar eve gelen her misafiri büyük bir merakla izlerdi. Sonra sokağa çıkınca bu merakı, bu hayret duygusunu kaybetmedi. O ne eve geri döndü, ne de çocukluğun kristalini yere çaldı. Kristali yollarda yanına aldı. Bakışına yaklaştırdı. Bakışı yaptı.
 
Şimdi bu bakışı bize anlatan iki roman var: “Hayat Bir Kervansaray” ve “Haliçli Köprü”. İlki, ‘Emine’ Sevgi’nin çocukluğunun izleriyle dolu, “Hayat Bir Kervansaray”, belki de en çok Türkçe ile ilgilidir. Aksini kim söyleyebilir? Romandaki isimsiz çocuk, anne karnında başlayan öyküsünde aslında en çok Türkçe’nin kırıldığı yerlerde gezinir. Küçük kızın kendi kişisel tarihiyle birlikte yansıtılan Türkiye tarihinde zamanı kıran şey, Türkçedir. Zamanın ışığına binmiş bu kız, sözlü kültürün masallarına da yakındır, şimdinin şiddetine de. Anlaşılamama, anlatamama ve adapte olamama hallerinin Türkiye modernleşme sürecindeki sancılarını bedenselleştiren bu karakter için dil, bir oyun olduğu kadar, bir temsiliyet canavarıdır, bir yüceltme mekanizması. Mesela romanın bir yerinde karakter köyünden bir kelime getirir: “anacuğum”. “O zaman Kürt’sündür sen, kıçında kuyruk vardır senin, kuyruklu Kürt”, diyen Cumhuriyet okulunun öğretmeni ayrımcılık çocukların defterlerine düşmeleri gereken bir ödevidir. Ev ödevinin şiddeti ya da 40’lı yılların Türkiye’sindeki politik keşmekeşe bir başka harç: “Sonunda İstanbullu bıçaklar, benim anacuğum’u çabucak anneciğim’e yonttular.”
 
Yontulmuş anneciği ile Berlin trenine binen bir genç kızın öyküsüyse, “Haliçli Köprü”dedir. Bu romanda esas mesele, kendi kendini ilan etmektir. Anacuğum yontulmuştur ama devlet henüz çocuğun cebindeki kristali fark edememiştir. Berlin sokağında yeniden sıfırlanan bu bilincin Almanca ilk kelimeleri, şak şak, eeee ve gag gak gak olacaktır. Yani “sesler” yine iş başındadır. “Haliçli Köprü”de ses, kader karşısında güçlü durmak isteyen insanı hayata hazırlar. Bu yabancılık anları, Brecht’in oyunlarında olduğu gibi, saf düşünce için gereken kopuşlardır. Yabancılaşma, kurtuluştur. Roman boyunca bu kurtuluş adım adım kurulur: İşçi genç ülkesine döndüğünde yeni anne evi olarak tiyatroyu ve sosyalizmi bellemiştir. Her bir aydınlanış anı, beraberinde kelimeler getirir. Genç kız, tüm bu kelimeleri kaydeder ama bu kaydetme anında okura verdiği karşılık tektir: Kendi sesinin peşinden ayrılma.
 
‘Emine’ Sevgi Özdamar, Türk dilinde mutsuzdu.
Bu mutsuzluk, Türkiye tarihine sinmiş acılarla bulutluydu.
Bulutları tiyatro dağıttı, yazı dağıttı.
Tiyatro ve yazı, başımızın üzerinde gezinen uğursuzluğa karşı iç sesi çağırdı.
Çocukluğun kristali cebimizde, parıldadı.
Şimdi onun romanlarını yan yana okumak, en çok bir barışma anına benziyor.
Özgür insanın kahkahası, hem anne evine, hem de sokağa doluyor.
 
*Bu portreyi yazarken sevgili Adnan Yıldız’ın 14 Ağustos 2012 tarihinde Taraf Gazetesi’nde ‘Emine’ Sevgi Özdamar’la geçirdiği bir günün portresi olan “Atatürk’ten Hamile Kaldım” portresini tekrar okudum. Alican’ın ve Vasıf Öngören’in seslerini, Adnan’ın yazısında duydum. (Agos) 

Etiketler:
nefret