26/07/2016 | Yazar:
Gençliğini sivil diktanın yükselişini izleyerek geçiren ve tüm bu geçmişin yılgınlığına kapılmak istemeyen (ya da yılgınlığa kapılma lüksü olmayan) antimilitarist çocuklar olarak sormamız lazım: Ne yapıyoruz?
Darbe girişiminden sonra yazmıştım; “ben darbeye, sivil diktaya ve savaşa karşı sokakta olmanın yollarını arıyorum, bulan var mı?” diye. Bazılarımızın jargonunda “sokakta olmak” demek eylem yapmak, kalabalıklarla buluşmak, bir fikre ya da karşı koyuşa çağrı yapmak anlamı taşıdığından olacak, birçok arkadaşım beni sükûnete çağırdı; “bu süreçte taraf olma”, “sokaklar tehlikeli, sakın çıkma.” Dışardaki kitleyle Türk bayrakları ve tekbir sesleri eşliğinde buluşmak da pek mümkün değildi vs. Oysa benim için çook uzun bir süredir ama özellikle geçtiğimiz hazirandan ve daha keskin olarak 10 Ekim Ankara katliamından bu yana “sokakta olma”nın anlamı daha başka. Yaşadığımız coğrafyanın politik koşulları uzun zamandır kitlesel olarak bir karşı koyuş sergilemekten alıkoyuyor bizleri; savaş, bombalar ve kim vurduya gitti olma riski ile yaratılan bir korku atmosferindeyiz.
Halimiz eskiden de pek şatafatlı değildi hani; sokakta varlık gösteren kitle hareketlerine rağmen baskı ve ölüm hep vardı. Yine de 15 yıllık AKP iktidarı döneminde sokakta çok önemli ve tarihe geçen kitlesel buluşmalar yaşandı, sokakta olmak fiilinin kavuştuğu bu anlam hem yüzyılların mücadelesinin tarihsel birikimden hem de bu 15 yıllık ortak mücadele belleğinden geliyor. Kolektif hafızada yer alan kitlesi ve etkisi büyük eylemlerden bazılarını hatırlamakta fayda var belki; 2002-2003 savaş karşıtı hareket, Hrant Dink'in sessiz bir eyleme dönüşen cenazesi, Tekel direnişi, Gezi eylemleri, kocaman olan Onur Yürüyüşleri, yapılabilseydi 10 Ekim barış mitingi... Bu eylemlerin hepsinin ortak özelliği, husumetli grupların yan yanalığını inşa etmesinden geçiyor. Ve belki hatırlamak gerekir; bu eylemlerin hiçbirinde ulaşım ücretsiz değildi, alanlar eylemcilere açılmış değildi. Sadece değişmesi gereken bir gidişata karşın kocaman yürekler ve kocaman bir dayanışma vardı. Yine hatırlamak gerekir ki, kayıplarımıza rağmen yaşıyor o yüreklerin heyecanı ve silinmedi hafızası…
İlk defa hem askeri darbenin, hem hükümetin, hem savaşın, hem de sokağın şiddetiyle aynı anda başa çıkmaya çalışıyoruz. Kafalar karışık, iktidar savaşının ortasındayız. Bu savaşın yöntemi de şiddet ve imha; bunun toplumsal izdüşümü de işkence, katliamlar, kadın/LGBTİ+ cinayetleri, linç girişimleri, mekân-mahalle baskınları, sokak tacizleri, pornografik şiddet görüntüleri, ilişkilerde huzursuzluk ve tahammülsüzlük, stres ve depresyonda artış... Bu curcunanın içinde “sokakta nasıl varolabilirim?” sorusu, toplumsal bir varlık olarak kendimizi nasıl inşa edeceğimiz ile ilgilidir. Artık eskisi gibi sokaklarda, meydanlarda kitlelerle buluşmadığımız aşikâr. Ancak ilişkisel varlıklar olarak mekânlarda dolanıyoruz, işyerlerinde, komşularla zorunlu ve gönüllü sohbetlerde bulunuyoruz. En yakın çevremizden, anlık karşılaşmalara kadar açılan bir sosyal organizasyonun içindeyiz. Yıllarca inkâr politikalarıyla yönetilmiş bir ülkeye, zulme karşı sessiz kalmanın darbelerle aşılandığı bir toplumsal hafızaya doğmuş; gençliğini sivil diktanın yükselişini izleyerek geçiren ve tüm bu geçmişin yılgınlığına kapılmak istemeyen (ya da yılgınlığa kapılma lüksü olmayan) antimilitarist çocuklar olarak sormamız lazım: Ne yapıyoruz?
İsmini koymaksızın performanslar sergiliyoruz çoğu zaman. Birbirimize sadece varlığımızla cesaret verebiliyoruz. Birbirine yabancı kadınların sokakta sigara içebilmek için yan yana gelmesi kadar basittir bazen bu cesaret; orada değilmişsiniz gibi üzerinize doğru yürüyen 5 adama karşı bir kız çocuğuyla refleksif olarak el ele tutuşmak kadar naiftir ve umursamadan size dokunan birini savurabilmek kadar gereklidir. Yani cesaret, bu sokakta ben de varım demektir sadece! Beyaz, Türk, genç, erkek, itaatkâr ve muhafazakâr olmayan her özne; özellikle çocuklar, siyahlar, translar, göçmenler, kadınlar ve diğer ötekileştirilenler bunu anlamaya evvelden beri daha yakındır. Bazen, bazı yerlerde sadece “var olmak” bile büyük bir eylemliliğe denk düşer. Çünkü baskı ortamında hızlıca örgütlenen nefret ve şiddet, gündelik hayatın her anında, ufak jestlerden linç girişimlerine kadar varlığını hissettirir. Nefret, toplumsal meşruiyet zemini bulduğu dönemlerde yakın ya da uzak ilişkilerde açığa çıkmaya daha müsaittir ve pervasızdır.
Her zaman ama bu günlerde daha da fazla olması gereken şey, kendini yüceltmeyi ve başkasını aşağılamayı, tahammülsüzlüğü, şiddeti ve nefreti sorgulamak diye düşünüyorum. Bu sorgulamayı hem kendine hem de çevreye dair yapabilmek, gündelik durumlara karşı ahlâki tavırlar alabilmek, kendi varlığını bir dayatma olarak değil bir birliktelik unsuru olarak sunabilmek, kendini ve başkalarını korumayı önemsemek ya da en azından bunların çabasında olmak baskı altındaki herkesin yaşamını bir direnim olarak yeniden inşa eder. Bu direnim sayesinde konuşabilir, dinleyebilir ve birlikte yürüyebiliriz.
Kendini ve fikrini dayatmadan, zor kullanmadan iletişim kurabilmenin yollarını aramak bir örgütlenme modeli olarak karşımızda durur. Bu modelin icraatçıları bir gruba, adı konulmuş bir birlikteliğe mensup değildirler, olamazlar da. Son günlerde olağanüstüleşen gündelik hayatın akışında sıradan bir tavır gibi ortaya çıkan şiddete ve nefrete karşı duruşları onları, yaşam hakkından doğan ahlâki ve duygusal bir bütünün parçaları yapar.
Bu bütün, tüm yaşamların bir ve eşit olduğu fikri ile tüm dünyada ve belki uzayda da mevcuttur.
Velhasılıkelam özellikle bu günlerde, savaş ve şiddet karşıtlığını kendimize ve diğer baskı altındakilere sahip çıkarak, bir arada durma biçimlerimizi, ilişkilerimizi sorgulayarak; zor kullanma, dayatma, iktidara talip olma biçimlerine dair farkındalık kazanmaya çalışarak örebiliriz. İktidarı, nefreti, kutuplaşmayı ve şiddeti dert edinen ahlaki bir iç sorgulamaya ve bu sorgulamaların dışa açılmasına, çoğalmasına, yüksek sesle dile getirilmesine ihtiyacımız var. Tıpkı son Onur Yürüyüşü’nde yaptığımız gibi “dağılmaya”, dağıldıkça kaybolmaya, kayboldukça yeni yollar aramaya, yeni yollarda yeni insanlarla buluşmaya, buluştukça çoğalmaya, çoğaldıkça tekrar saçılmaya ihtiyacımız var.
Ezberlerin ve dogmaların kabuklarını çatlatıp, çatlaklardan sızalım. Sızalım ki, hem zihinler hem de sokaklar iki rengin tahakkümünden uzaklaşıp rengârenk olsun!
Ezcümle, aşkımız ve mücadelemiz her yerde daim olsun!
Etiketler: