16/04/2014 | Yazar: Sema Semih

Nefret, üzerine en şatafatlı, en gösterişli elbisesini giymiş, adını madilik koyduğu drag performansıyla aramızda gezinip duruyor ve bazen ‘zırıl bir lubunya’nın dilinde, bazen ‘adam gibi bir adam’ın Facebook duvarında vücut buluyor.

“Sizin düzeninizle, akıl anlayışınızla, namus anlayışınızla, başarı anlayışınızla bağdaşan hiç yönüm yok. Aranızda dolaşmak için giyiniyorum, hem de iyi giyiniyorum. İyi giyinene iyi değer verdiğiniz için. İçgüdülerimi hiçbir işte uygulamama izin vermediğiniz için. Hiçbir çaba harcamadan bunları yapabiliyorum, bir şey yapıldı sanıyorsunuz. Yaşamım boyunca içimi kemirttiniz.”
Tezer Özlü
 
Her gün binlerce insan bir şeylere karşı İstiklal Caddesi’nde seslerini yükseltiyor. Sloganlar, dövizler, pankartlar... Bir eylem bitmeden diğeri başlıyor, bazen aynı anda bir sürü grup yürüyor. Caddede dolaşanlar soruyor. Acaba yine ne eylemi var diye. Bazıları hemen yürüyüşe ekleniveriyor. Eylem eylem üstüne olunca çoğu esnaf artık ilgisiz ve meraksız. İşte yine birileri ayaklanmış. Polis ise bazen eylemlere eylemcilerden daha fazla katılım gösteriyor. Basının olmadığı yerlerde basın açıklamaları yapılıyor. Kamuoyu zaten alışveriş derdinde!
 
Birgün uzak bir yerlerde insanların başına füzelerden bombalar yağıyor, akşamına İstiklal’de toplanıyoruz. Başka birgün siyasi bir büyüğümüz saçmalıyor, acil eylem çağrılarıyla yine İstiklal’de bir araya geliyoruz. Neredeyse her gün buluşuyoruz sonra ayrılıyoruz. “Yarın yine aynı saatte, aynı yerde, tekrar görüşmek üzere” diyen gözlerle bakışarak.
 
Vicdanı olanlar vicdanını başka türlü rahatlatamıyor. “En azından sözümüzü söyledik.”, “Elimizden geleni yaptık.”, “Bu şartlar altında evimizde rahat oturamazdık.”, “Facebook aktivizmi nereye kadar.”, “Meydanlara döküldük.”, “Hakkımızı aradık.”, “Toplumsal muhalefet oluşturduk.” diyerek söylenipduruyoruz. Zaten hep söylenipduruyoruz. Başka ne gelir elden? Zaten başka ne yapılabilir? Kendi kendimize konuşur olduk, delirdik mi ne…
 
Bir araya gelmeden önce hazırlıklar yapılıyor. Acımızı, yasımızı önce egemenin dilinde ifade etmeye çalışıyor, sonra yetmiyor Kürtçe’ye, Ermenice’ye de çeviriyoruz. Dilimiz döndüğünce. Dilin de yetmediği yerde çığlıklar, bağırışlar, düdükler, ıslıklar devreye giriyor. Bazen kimlerin yürüyeceğine ve nasıl yürüyeceğimize karar veremiyoruz. Kadınlar önden gitsin, erkekler destek versin diyoruz mesela. Ezileni, baskı göreni en çok ezilen ve baskı gören temsil eder diyoruz ve buyuruyoruz onları sahneye. Diğerleri de sahne arkasında gösterinin düzenine katkı sunuyor; metni, koreografiyi yazıyor, ışık tutuyor, ses veriyor.
 
Televizyonu her açtığımızda maruz kaldığımız “Arka Sokaklar” dizisi gibi, İstiklal Caddesi de her gün farklı bir bölümünü izlediğimiz dizi dizi eyleme ev sahipliği yapıyor. Bazıları “gün gelecek devran dönecek” diyor, bazıları “isyan, devrim, özgürlük”... Yıllardır ne gün geldi, ne devran döndü, aynı bokun farklı renkleri içinde yaşamaya devam ediyoruz. Faşizmin, kapitalizmin, ataerkinin kokusu üstümüze o kadar sinmiş ki umudun, mutluluğun ve sevginin kokusunu hatırlamıyoruz. Nefret, üzerine en şatafatlı, en gösterişli elbisesini giymiş, adını madilik koyduğu drag performansıyla aramızda gezinip duruyor ve bazen “zırıl bir lubunya”nın dilinde, bazen “adam gibi bir adam”ın Facebook duvarında vücut buluyor. Bu haleti ruhiye, 1 Temmuz 2012 Onur Yürüyüşü sırasında ve sonrasında sosyal medyada ve birtakım blog yazılarında da kendini gösterdi.
 
Onur Yürüyüşleri’ni, İstiklal Caddesi’nde her gün olan birçok eylemin arasında, hem kişisel olarak bana daha çok değdiği için,  hem de katılan insanların kendilerini bedensel olarak da ifade etme gayreti nedeniyle gündelik rutini daha fazla bozma ihtimali barındırdığından ayrı bir yere koyuyorum. Ancak benim pozitif bir yere koyduğum bu rutini bozma hali bazı katılımcıları rahatsız ediyor. “Neden biz de diğer gruplar gibi sözümüzü söyleyip dağılmıyoruz?”, “Neden her şeyi abartıyoruz, ortalığı karnavala çeviriyoruz?” eleştirileri yükseliveriyor. Yani, bizi hizaya çekmek için hazırda bekleyen toplumsal mekanizmalar yürüyüşe katılan topluluğun içinde de kendini gösteriyor.
 
Yürüyüşten önce en yaratıcı sloganlar, en güzel dövizler üzerine bir hayli çalışılmış. Bazıları sabah erken uyanıp giyinip süslenmiş. Bayramlığını yeni giyen çocuklar gibi neşeli. Çoğunun içi kıpır kıpır, “direnişin ritimleri”ne dayanamayıp başlıyor kıçı başı oynamaya. Yıllarca üniformalardan, kılık kıyafet yönetmeliklerinden muzdarip bir kısım da hemen açıveriyor orasını burasını. Aslında görünenin ardında başka şeyler var diyorlar sanki. Aranızda dolaşmak için giyindim diyorlar, hem de iyi giyindim ama “bir ben vardır bende benden içeri” diyorlar, bakın görün diyor ve soyunuyorlar. Kimisi şarkı söylüyor, dans ediyor. Kimisi sevgilisinin elinden tutmuş, kimisi öpüşüyor, sevişiyor.
 
Bazıları faşizme karşı bacak omuza yürüyor, bazıları “omuz omuza kardaş” demeye devam ediyor ve işte bu noktada kalabalık bölünüyor. Omuz omuza bir politik hareketliliğe mensup olanlar, cinsi münasebette bulunmak, kıç baş açmak, eğlenmek, gülmek, içki içmek gibi “politik duruşu sarsıcı eylemler”de bulunmadan kendi sözünü söyleyip kalabalıktan uzaklaşıyor. Uzaklaşmakla kalmıyor, üstüne websitelerinde yürüyüşün değerlendirmesini yapıyor ve politik durmak yerine yerinde durmamayı tercih edenleri liberal, burjuva gibi sıfatlarla teşhir edip, ahlaksızlıkla suçluyor. (Madiliğe tikel!) “Biz sokaklarda böyle sapıtırsak, bizi kim anlayacak?” diyor. İnsanlar bize sapık demeye, ahlaksız demeye, hasta demeye devam edecek, diyor.
 
Anlaşılmak bayağı zor bir iş. Ben mesela dans edip, şarkı söylemek varken insanlar neden mecliste konforlu koltuklarda oturup sıkıcı tartışmalar yapıyor anlayamadım şimdiye kadar. Ya da içip, sevişmek varken insan öldürmeyi arzulayanlarla hiç empati kuramadım. (Ha bir de şu “full aktif”leri anlayamıyorum. İnsan, götünden neden korkar bilmiyorum. Neyse, konu bu değil.) Bunlar benim için anlaşılamayan insanlık halleri. Anlamaya çalışmaktan da vazgeçtim zaten.
 
Bazen şu hayatta kimseye derdimi anlatamadım gibi hissediyorum, olur ya hani bazen bu da insanlık hali. Bazen öyle şeyler oluyor ki çıldırmamak elde değil. Öyle şeyler hissediyorum ki kelimeler yetmiyor. Avaz avaz bağırasım geliyor. Sokağa çıkıp soyunasım geliyor. Yemek yeme adabına uymaktansa kusmak istiyorum. Uygun adım yürümektense koşmak, uçmak, atlamak, zıplamak istiyorum. İstiyorum da istiyorum.
 
Birine kendimi anlatmak için uygun kelimeleri seçecek zamanı her zaman bulamıyorum. Bazen saçma olmak, saçmalamak daha mantıklı geliyor. Mesela sokakta yürürken en çok “abi bu ne ya” ya da “sen ne ayaksın” gibi laflar atıyor birileri. Oturup bu insanlara politik bir düzlemde kalmaya dikkat ederek transgender ne demek, ben nasıl bir deneyim yaşıyorum gibi tartışmalara girmek ve beni anlamalarını beklemek kadar yorucu bir iş yok galiba. İçimden hep “hepinize iyi niyetle gülümsüyorum, hiçbirinizle dövüşemem” diye tekrarlıyorum.
 
Politik bir bilince sahip miyim, değil miyim, bilmiyorum. Ben bir devrimin hayallerini kurmaktan çoktan vazgeçtim. Devrim olacaksa bence bu işçi sınıfının birleşmesiyle, kadınların özgürleşmesiyle, farklılıklarla bir arada yaşamaya olan inancın artmasıyla, Kürtlerin anadilde eğitime başlamasıyla filan olmayacak. (Ha bunlar olmasın demiyorum.) Ya herkes bir gün çıldıracak ve her şeyi yıkıp dökeceğiz ya da zaten insan eliyle olmayacak. Kendi elimizle değiştirdiğimiz doğa da bir gün delirecek. Fırtınalar, kasırgalar kopacak, fay hatları üzerine kurduğumuz TOKİ evleri başımıza yıkılacak. Belki bir gün dünyamıza bir gezegen çarpacak, artık denizlerde yüzemez olacağız, oksijen ihtiyacımızı karşılayacak tek bir ağaç kalmayacak. İşte o zaman dünya tüm bu sarhoşluk içinde dönerken yalpalamaya başlayacak, büyük gürültüler kopacak yeryüzünün taa derinliklerinden. Bir devrim olacaksa benim beklentim bu yönde. Devrimcilerden umudu kestim, ama biraz daha çıldırırsak belki dünya daha eğlenceli bir yer olabilir. Kapitalizm kendi sonunu yaratıyor zaten.
 
Umudumu hiçbir zaman yitirmedim. Günahkâr olarak geldiğimiz bu dünyada tüm günahları bir bir yaşamaya özen gösterdim. Yanlış hayat doğru yaşanmaz diyor ya birileri, ben de hiç doğru olmaya çalışmadım. Doğruluk, çalışkanlık, düzen, ahlak, sorumluluk gibi şeylerden olabildiğince kaçmaya çalıştım. Tüm hatamla, günahımla, ahlaksızlığımla, sorumsuzluk ve tembelliğimle birlikte bugün çok huzurluyum. Başkalarının sağlıklı, hastalıksız hayatı benim olmasın, başkalarında olan ahlak ben de olmasın, başkalarının doğruluğu benim doğrum olmasın zaten. Eğer bir düzen istiyorsak, eğer bir uyum arayışı içerisindeysek, biraz da başkaları bana uysun isterim.
 
Size devrimden değil ama bir evrimden bahsedebilirim. Her geçen gün evrenin sonsuz boşluğundaki akışa kendimi emanet ediyorum. Her gün, her an yeniden ve yeniden doğuyorum, bir evrimdir bitmiyor. Değişiyorum. Bazen korkuyorum da bu değişimden ama işte değişmek umudum aynı zamanda. Trans olduğum, çeşitliliğin ve değişimin kaçınılmazlığının farkında olduğum için her gün şükrediyorum. Değişmek kaçınılmazsa başka bir dünya da mümkün diyorum ve hareket etmeye devam ediyorum ve bu hareketi, bu değişimi ve bir deliliği bölüşüyorum bazılarıyla. Bazen sinir krizinin eşiğindeyken gülmeye eğlenmeye başlıyoruz hep beraber. Gullüm, şamata… Benim için nefes almanın tek yolu bu. Yoksa beni/bizi anlamayın ama deliliğimi-zi mazur görün.
 
(Bu arada editör arkadaşımdan da rica ediyorum. Ne olur beni düzeltmeyin. Bırakın kelimelerim dağınık kalsın, beni imla hatalarımla kabul edin. Noktalarımı nerede koyacağıma lütfen ben karar vereyim ve cümleme nerede devam edeceğime.)
 
*Bu yazı ilk olarak Kaos GL dergisinin “Hastalıktan İdeolojiye Damgalamaya Karşı Bedensel Direnişler” başlıklı 126. sayısında yayınlandı. 

Etiketler:
İstihdam