03/05/2018 | Yazar: Umut Erdem

Deep Water belki de televizyon tarihinde seri nefret cinayetlerini konu alarak ilki gerçekleştiren bir dizi.

2016 Screen Australia yapımı olan ama Netflix’in kısa süre önce yükleyip izlememi önerdiği dizi Deep Water belki de televizyon tarihinde seri nefret cinayetlerini konu alarak ilki gerçekleştiren bir dizi. Avustralya yapımı dizi, hayran bırakan İngiliz aksanı ve nevi şahsına münhasır konuşma tarzı ve sese sahip Noah Taylor ile Orange is the New Black ‘in İtalyan lolitası Lorna Morello’yu canlandıran Yael Stone’u bir araya getiriyor. 

Dizi Sydney’in bir sahil kasabasında geçiyor. İlk sahnesini de oynaşarak denizde yüzen iki erkekle açıyor. Ve sonrasında plan birden değişiyor. Çöken karanlık ve atılan çığlık bizi çok farklı bir manzarayla baş başa bırakıyor. Bondi Sahili’nin güneyinde bulunan Cardinal Park’a yakın bir evde bir erkeğin cesediyle karşılarız bir gün sonra. Adamın elleri bağlanmış, ölene dek dövülmüştür. Cinayeti, doğduğu ve büyüdüğü yıllar sonra geri dönen ve ilk iş günü olan Tori Lustigman (Yael Stone) ve Nick Manning (Noah Taylor) isimli dedektifler üstlenir. Ama bu cinayetin, bölgedeki seri nefret cinayetlerinin yıllar sonra tekrar nüksetmesinden başka bir şey olmadığı, Lustigman’ın dikkati ve araştırmasıyla ortaya çıkar. 

Dizinin senaryosu aslında gerçek olaylara dayanarak yazılmış. 80’li yıllardan itibaren Sydney’de Alexandria Park’tan Kings Cross’a, Centennial Park’tan Bondi, Marks Park ve Tamarama’ya eşcinsel/biseksüel erkekler anbean tabirle (ve faillerin bakışından) avlanmışlar. Gey/biseksüel oldukları için 16-18 yaşları arasındaki bazı çocuk ve gençlerin sonu ölümle biten saldırılarına uğramışlar. 30 yıla yayılan ve hâlâ yüzleşilememiş, adalete ulaştırılamamış vakalarda, yaşları yaklaşık 30 ila 40 arasında değişen Richard Johnson, Scott Johnson, Gilles Mattaini, Raymond Keam, John Russell, Ross Warren, Cyril Olsen, Peter Sheil öldürülenlerden sadece birkaçı.

Önce gey/biseksüel erkeklerin çark alanı olan Alexandria Park’ta Alexandria Eight denilen bir grubun gerçekleştirdiği cinayetler odak noktasındayken, Tamarama ThreeBondi Boys ve daha birçok yaklaşık 30 çocuk ve gençten oluşan grupların sistematik olarak gey ve biseksüelleri katlettikleri vakalarıyla karşılaşılıyor. Odağa alınan bazı vakalar, başka vakaları açığa çıkarıyor. Öldürülenlerin çoğu, nedeni bilinmez bir şekilde “kayıp” olarak kayıtlara geçiyor, kimi ancak yıllar sonra “kayıp” olarak rapor ediliyor. Polis aslında o tarihlerde bu vakalarla ilgilenmiyor, “intihar” ya da “kaza” diyerek vakaların üstünü örtmeyi tercih ediyor. Oysa “eğer “kurban”lar; okul yöneticileri, politikacılar, futbolcular olsaydı toplum bunların yaşanmasına izin verir miydi?” Avukat ve araştırmacı Sue Thompson ve dedektif Steve McCann bu vakaları tekrar birlikte ele alıp o zamanların gey-lezbiyen topluluğuyla koordineli olarak çalışıyorlar. Polis raporlarına inanmayan aile bireyleri vakaların peşine düşüyorlar. Ve 2016 yılında doğal güzellikle örülü bu mekanlarda kara bir leke olarak uzun uğraşlar sonucunda  tarihte yer bulabilen nefret cinayetleri sonucunda öldürülen gey ve biseksüel erkekler için bir anıt yapılmasına karar veriliyor.

Deep Water da bu tarihsel gerçekliği konu edinmiş bir mini dizi. Büyük dalgaların, altın sarısı kumsalla oynaştığı, yüksek kayalıklara göz kırptığı, üstünde nice sörfçüleri ağırladığı Bondi sahili, aslında 30 yıldır pek çok gey/biseksüel erkeğin mezarı halini almıştır. Zamanında bir grup çocuk ve gencin oluşturduğu çete, günümüzde mirasını, kurbanlarını gey/biseksüel* date aplikasyonu Thrustr aracılığıyla bulan bir seri katile bırakmıştır. Lustigman, 30 yıla uzanan bu nefret cinayetlerinin derin sularına demir attığında yıllar önce kaybettiği sörfçü ve iyi yüzücü abisinin de ölümünün azgın deniz sebebiyle olmadığını, cinsel yönelimi sebebiyle çetenin hedefi haline gelmesi sonucu olduğunu öğrenecektir. Artık bu cinayetler, onun için farklı bir boyutta dava özelliği kazanır.

Deep Water, benim bildiğim seri nefret cinayetlerini konu alan ilk dizi olabilir. Belki akla Versace’nin suikastini konu alan American Crime Story gelebilir ama ikisinin aynı düzlemde değerlendirilemeyeceğini düşünüyorum. Konuyu kısa ve öz biçimde ele alarak, iyi bir şekilde çerçevelendirerek, konuyu romantize etmeden, kurbanları mağdur edebiyatı kahramanı hâle getirmeden, yerinde gerilim ve sürükleyicilik dozunda bir seyirlik sunduğunu iddia edebilirim, Deep Water’ın. Oyunculuklar başarıyla kotarılmış. Şiddetin ismi net biçimde konulmuş. Ama zaten gerçek olaylara dayanan bir dizi olduğu için, kendisinin anma ve yüzleşme değeri taşıdığını söylemek mümkün. Olayların çözülmesini, bir vakanın üstüne yeni vakanın meydana gelmesini izlerken polis departmanının üst düzeyinde rütbeye dayanılarak yapılan ihlâller de diziye konu ediliyor. Yani hem cinayeti işleyen katillerle hem de rütbe ve çıkar uğruna üst düzey polis yetkililerince yapılan ihlallerle yüzleşiliyor. İskandinav yapımları başta olmak üzere pek çok yapımda kadın dedektifler genelde “yardımcı” rolden çıkarılmış olarak, nevi şahıslarına münhasır şekilde resmediliyor ekranlarda. SagaSarah LundMarcella gibi çok derinine inemesek de Tori Lustigman da çizdiği profille akılda kalıcı, güçlü, kendince yöntemleri olan bir polis imajı çiziyor. Erkek egemen ve homo/bifobik polis teşkilatı ve Bondi yerel halkıyla mücadele ederek, tırnaklarını kazıyıp suyun derinliklerine inmekten çekinmeden cinayetleri çözmeye adıyor kendini. Kocasından boşanarak çocuğuyla birlikte doğduğu ve büyüdüğü yere dönüp yeni bir hayat ve gelecek tahsis etme amacını gerçekleştirmeye çalışıyor bir yandan. Ama bu amacının abisinin ölümüyle yüzleşmeden gerçekleşemeyeceğini anlar; bu sebeple babasını da karşısına alır. Bu vakalar, üzerlerinin örtünmesi, 30 yıla uzanan bir geçmişinin olması kendisini hali hazırda ürkütürken “denizde boğuldu” yalanına uzun süre inandırıldığı abisinin ölümünün bu cinayetlerle bir bağlantısının olduğunu keşfetmek, onun bu cinayetlerle hem profesyonel hem de duygusal bir ilişki kurmasına neden olur. Kadın bir polis olarak bölgeye uzun bir aradan sonra dönüp orada teşkilatta çalışması, onu mesleki açıdan zorlar ama kendisinin, ortağını ve ortağıyla ilişkisini de dönüştürerek ve kendi başına bir çıkış bulmaya çalışıp cinayetlerin peşinden koştuğunu izleriz. 

Dizi gerçek olaylara dayanıyor olsa da fail-mağdur ikiliğinin sabitlenmiş bir şekilde sırasıyla yetişkin-çocuk özdeşleştirmesinden sapması, faillere aslında içselleştirilmiş homo/bifobileri olan eşcinseller/biseksüeller muamelesi yapmayıp güç, iktidar ve nefret faktörünün altını çizmesi, dizinin dikkate değer ayrıntılarından. Ayrıca dizide ilk kurban, Haris Rexhaj adında göçmen bir eşcinseldir. Yani sadece “beyaz” gey/biseksüel* erkek kurbanların hikayelerini dinliyor olmayız. Rexhaj’ın ölümünden ilk olarak şüphelenilen İranlı eski sevgilisi Rohan da devletin göçmen politikasının mağduru olur. Dizi kesişimsel olarak politik izlekler üzerine eleştirel bir tavır alarak söz söylemektedir.

 

Ama dizi ne yazık ki homo/bifobiye yaptığı vurguyu transfobiye lâyıkıyla yapamaz. 30 yıl önceki cinayetleri işleyen çete üyelerinden birisi, yıllar sonra girdiği hapishanede trans kadın olarak açılır. Ama ondan,  kullandığı isme rağmen kimlik ismiyle bahsedilmeye devam edilir. Yaşadığı dönüşüm, sadece cinsel organını “kestirmeye” indirgenir. Aynı çetenin başka bir erkek üyesi tarafından hapishanede öldürülmesi bir nefret cinayeti olarak kabul görmez. 

Dizi, 30 yıl önce kurbanların kayalıklardan atılıp öldürülmeleri sebebiyle günümüzdeki ve geçmişte öldürülmüş kurbanların ailelerinin onları anmak, yas tutmak için ve katilleri adalete teslim etmiş olmanın simgesi olarak kayalıklardan kırmızı güller atmalarıyla sona erer. Ailelerinin de kendi homo/bifobileriyle yüzleşip çocuklarıyla vedalaştığı bir andır bu. Boğulduğu yalanına inanıp eşcinsel olduğuna inanmak istemediği çocuğuyla ne kadar gurur duyduğunu haykıran bir babanın son kez el sallayışıdır. İşlenen nefret cinayeti sonucu çocuklarını kaybeden ebeveynlerin içinde umut taşıdıklarının simgesidir.

Kaynaklarım burada ve şurada.

*KaosGL.org Gökkuşağı Forumu’nda yayınlanan yazılardan yazarları sorumludur. Yazının KaosGL.org’ta yayınlanmış olması köşe yazılarındaki görüşlerin KaosGL.org’un görüşlerini yansıttığı anlamına gelmemektedir.


Etiketler:
nefret