28/06/2012 | Yazar: Onur Caymaz

Bir sürü Türkçe kitabın yasak olduğu ülkemizde bir Türkçe Olimpiyatları’nı daha kazasız belasız bitirdik sonunda.

Bir sürü Türkçe kitabın yasak olduğu ülkemizde bir Türkçe Olimpiyatları’nı daha kazasız belasız bitirdik sonunda. Görkemimize de görkem kattık tabii maşallah! Işıklar, ses ve bilgisayar sistemleri, hatta nefis neşeli, heyecanlı bir sunucumuz bile vardı statta. Üstelik başbakanımız Hoca Efendi’yi nihayet ülkesine davet etti. Sanıyorum böylece Gülen’in başındaki ülkesinden uzak, sürgünde yaşayan, mazlum din büyüğü halesini de sıfırlamak derdinde. Yoksa Hoca Efendi’nin Türkiye’ye girişi yasaklı değil galiba, yanılıyor muyum?i

Yiğit Bulut’un bile gözlerini yaşartabilecek bu haddinden fazla emperyal gösteri, tarihin en saydam kişilerinden Kadir Çöpdemir’in kırık testi menkıbeleriyle süslenerek sıradan faşizmin bayağı renkleriyle hafızalarımızda yer etti. Pakistanlı Ahmet Kaya sunumuyla yüzyılımızın en korkunç sesine sahip, şarkı söylemeyi bağırmak sanan o genç arkadaşın sevgili Kaya’yı mezarında ters döndürmesiyse şimdiden favorilerim arasında. Umarım müzik kariyeri boyunca bir daha şarkı söylemez bu kardeş.
Kutlamaya dair bazı sorularım olacak. Kısaca yazmak isterim:
 
Malum, 19 Mayıs stat şeyleri pek sevilmiyor, artık siviliz ya! Gerçi ben o neşeli bahar günlerinde hep okuldan kaçtığım için milli bayram törenlerine hiç gitmezdim. Hayatım boyu sivildim, askerdeyken bile katılmadım. Törenden, bayramdan, müsamereden hiç hoşlanmam. Fakat dün, yurtdışından gelen bir dolu kardeşimizin stat geçişleri de bir tür 19 Mayıs’ı andırmıyor muydu; yoksa ben mi yanlış gördüm. Bu da başka bir tür vesayet değil mi? Ne dersin Melih? TGRT’deki o bilgi yuvası programında anlatsana bunları da!
Anlamıyorum ki... Misal Köy Enstitüleri çok fena bir şeydi ya, değil mi Yıldıray; hani köylüler mandolin çalıyordu, vals yapıyorlardı falan, ne iğrençti! Peki Tanzanyalı çocukların çiğköfte yoğurması nasıl bir şey?ii Bu iki tür keşmekeşlik birbirine benzemiyor mu?
Dur dur, konuyla ilgisi yok ama bir soru daha atayım ortaya! Bakalım kim cevaplayacak: Şapka takmadığı için haksız yere idam edilen İskilipli Atıf Hoca ile şortlu olduğu için “çıplak bacaklarıyla tertemiz halkımızın yüce ahlakını bozacağından” otobüse binmesine izin verilmeyen kadın arasında ne fark vardır? Bu arada söz konusu tertemiz ahlakı, bir taksici arkadaşın itirafıyla yakinen açıklayabilirim, şöyle demişti kendisi, sarhoştum, ayılmıştım: “Abi kadınların üzerine özellikle sürüyorum, kaçtıkları vakit göğüsleri dingildiyor...” Nasıl? Epeyce iyi değil mi?
 
Sonra efendim: Necip Fazıl’ın hep aynı eserini (Sakarya’yı) kimi uzak ırkdaşlarımıza her sene okutmak yerine, büyük üstadın Moskof ya da Yahudilik-Masonluk-Dönmelik adlı kitabındaki kimi güzelim incilerini ya da Yahudi adlı insanlık sevdalısı şirini bar bar bağırttırarak küçük bir çocuğa okutmak mümkün değil miydi, baksanıza güzelliğe:
 
Nerde Yahudi, nerde gerçek İsrail oğlu?
Yahudi, tıkayandır Allah’a giden yolu!
Aynı ırk mayasından, ayrı hamur, ayrı döl;
Sonra hep aynı parça, istersen milyona böl!
Yahudi, dölleşmesi, resule hiyanetin;
ve hedefi, Kur’ânda, haktan gelen lânetin.
İlk defa hiyaneti, kendi öz nebisine;
İnsanlık Yahudi’de şahit en habisine.
 
Küçük bir Hitler gibi! Canım benim... Fakat sanıyorum böylesi şiirler ABD’li muhiplere ayıp olur. Zira Gülen de Müslümanların kafasına bombalar yağdıran ülke olan ABD’de oturmayı tercih ettiğine göre, Ekrem Dumanlı’nın söylediği gibi hepsinin derüni bir manası olmalı.
 
Necip Fazıl’ın anıldığı gecede Nâzım da anılmalı, şarttır. Fakat sevdalımız komünist Nâzım’ı anarken, gecenin gölge mimarı Gülen’in altmışların ortalarında Erzurum’da Komünizmle Mücadele Derneği kurucuları arasında olduğuiii niye hatırlatılmamıştır? Komünizm artık bitti, yeni moda Ergenekonculuk diye mi? Herhalde ondan. İyi de bunlar ben gibi delilerin mi kafasına takılıyor hep. Yoksa tabii ki Nâzım da anılmıştır, Necip Fazıl da... Önemli olan hangi bağlamda anıldığıdır.
 
Dikkat edin: Önümüzdeki günlerde Sivas’ı ufak bir yangın, bir tatsızlıkiv olarak anan, etkinliğin resmi duyurucusu Zaman’ın kitap ekinde, içinde dışında, çevresinde yazan bir sürü “solcu” yazar-şair arkadaşımız da Sivas Katliamı’nı lanetleyecektir. Fakat tarih yazılmaya devam ediyor canlarım; kimin nerede nasıl durduğu, kimin neyi kimlerle yaptığı, kimin tenezzül eşiğinin yükseklerde, kimin ayaklar altında durduğu da hep bir şekilde kayıt ediliyor. Rahat olun siz!
 
Son olarak şunları da merak ediyorum.
 
Adında Türkçe geçiyor ya, insan kötü bir “detone çocuklar şarkı yarışmasından” öte, Türkçe’nin güzel insanlarını, yüz akları Fuzuli’yi, Peyami’yi Safa’yı, hiç değilse Tanpınar’ı, Tarancı’yı, Bâki’yi, Karacaoğlan’ı, Ziya Osman’ı falan da arıyor böyle bir etkinlikte. Yoktular galiba değil mi? Zira Türkiye değiştiği gibi Türkçe de değişiyor.
 
Acaba bu olimpiyatı entelektüel anlamda tasarlayan insanlar (varsa öyle birileri, zira ben seçici kurulda dünyada tek mimikle oyuncu olabilen yegane kişi Necati Şaşmaz’ı, Türk bayraklı kolyesiyle Geceler gibi bir şarkı yapabilmiş Kayahan’ı da gördüm) acaba Nihad Sami Banarlı’nın Türkçe’nin Sırları adlı kitabını okumuş mudur?
 
Sadece merak! Derdim kötü niyetli olmak değil. Kültürle ilgili her şeyi lale ve semazenle kolaylıkla bitiştirebilen bu insanlar, ortak tek noktamız olan konuştuğumuz dili acaba ne kadar seviyor? Banarlı ne diyordu: “Türkçe’de taş, Bektâşi diye uzar; kurşun kelimesi genişleyip kurşuni rengine dönüşür...” Zariftir.
 
Eleştirecekler beni şimdi, biz orada bütün bir halktık, çok kalabalıktık falan... Gelgelelim öyle büyük bir kalabalığı toplamak kimsenin haklılığını artırmaz, Hitler de büyük kalabalıklar tarafından seçilmiş, Recep İvedik de büyük kalabalıklar tarafından çok izlenmiştir. Tiraj her şey demek olsa neler tersine dönerdi düşünün!
 
Türkçe öyle hoş, incelikli bir dil ki “alçak” ve “gönül” gibi iki kelimeye sahipken bunların evliliğinden alçakgönüllü (mütevazı) anlamı doğuyor. Kibirden uzak alçakgönüllülük. Bu da sanırım stadyumun zeminine bilgisayar ekranı döşeyerek, her yerin büyük projektörlerle ışıklandırıldığı çiğ gövde gösterileriyle olmuyor, görülüyor ki olamıyor.
 
Asıl zenginlik Hatayi’nin şu dizesidir diye düşünüyorum, yoksa sizin körler sağırlar olarak birbirinizi ağırladığınız olimpiyatlarınız da boştur, yeşil mi yeşil dolarlarınız da: “Hatayi hâl çağında / Hakk gönül alçağında / Binbir Kabe yapmaktır / Bir gönül al çağında”
Tanpınar Huzur’unda bir çiçek adı vardır zülfüaruz diye... Toki’den başınızı kaldırıp zahmet edin de bakın? Asıl Türkçe bakanda, imamda, yalak bürokratta falan değil, Sait’in Tanpınar’ın “huzur”undadır!
 
i Gülen’e dair hatırladığım en son yasak, bu çok övülen ilim irfan yuvası okullara ilişkin İran’ın yaptıklarıydı. İran, sınırları içindeki Hoca’ya ait dört okulu da kapatmıştı.
ii http://www.cihan.com.tr/video/LOGOSUZ-Tanzanya-li-ogrenciler-cig-kofte-yogurdu-CHNzE4NTUxLzAvMi8x
iiiÇetinkaya, Hikmet, Fethullah Gülen’in 40 Yıllık Serüveni, Günizi Yay., İstanbul, 2004, s. 149.
 

Etiketler:
İstihdam