26/05/2021 | Yazar: Beren Azizi

Vatandaşlıktan dışlanmış, sınırda veya sınırdışı kimliklerin hayatlarında her zaman mafya – devlet ilişkisinin ta kendisi vardı.

Devlet-mafya ilişkisi: Ülker Sokak, Eryaman-Esat… Kaos GL - LGBTİ+ Haber Portalı

Fotoğraf: Kasım 2008, Dilek İnce eylemi, Semih Varol/Kaos GL

Son günlerde devletin ve mafyanın ilişkisinin boyutuna şaşıran entelektüel ve gazetecilerle karşılaşıyoruz. Oysa “sade vatandaş” sendromuna gazetecilerin ve entelektüellerin kapılma lüksünün olmaması gerekirdi; çünkü vatandaşlıktan dışlanmış kimliklerin hayatlarına şöyle bir bakmak yeterli olur devlet – mafya ilişkisini biraz olsun görmek için. Bu kadarını bile yapamamışlar mı bugüne kadar diye rahatsız oluyor insan. O halde sorun mafya – devlet ilişkisi olduğu kadar, hatta ondan daha çok, ötekileştirilmiş ve dışlanmış kimliklerin şiddet ve ayrımcılık dolu hayatlarına gözlerimizi rahatlıkla kapatabiliyor oluşumuzda da. “Kanun önünde herkesin eşit olduğu” bir “hukuk devletinde” bazı toplumsal gruplara karşı bu derece yoğun şiddet ve ayrımcılık değirmenin suyu nereden geliyor?

Vahametin boyutunu yeni mi öğreniyorlar? Vatan-millet diye diye tabii ki mafya devleti ele geçirdi, geçiriyor ve devlet de mafyayı. Acı olan kamuoyunun ve dahası entelektüellerin bunu yeni duymuş gibi şaşırmaları, sınırda kimliklerin ne yaşadığından bihaber “sade vatandaşlar” olarak hayatlarına devam edebilmiş olmaları. Oysa vatandaşlıktan dışlanmış, sınırda veya sınırdışı kimliklerin hayatlarında her zaman mafya – devlet ilişkisinin ta kendisi vardı.

Ülker Sokak, Eryaman, Esat...

Buralarda yaşanan cezasızlık politikaları ve çete saldırıları devlet ve mafya ilişkisinin sonucu değil de neyin sonucuydu? Devlet, trans kadınlara karşı insan hakkı ihlallerini çeteler aracılığıyla gerçekleştirmedi mi? Saldırganlar hep çeteydi. Nereden geldiği belli olmayan çetelerle trans kadın vatandaşlara saldırdılar buralarda. Vatan – millet diye diye üstelik... Mesela trans kadınlarla yıllardır birlikte yaşayan Ülker Sokak’ın “sade vatandaşlarının” evlerine bir anda Türk bayrağı astırdılar. Kendine Ülkücü diyen, o sokakta dahi yaşamayan, hayatında belki Ülker Sokak’a hiç uğramamış “sivil” gruplar bir anda sokağın başına Türk Bayrağı’yla gelip “Fatih’in torunları ibne olamaz!” diye slogan attılar. Öyleyse devlet ile mafyanın ilişkisinin gündeme geldiği bu günlerde hem 1996’da Ülker Sokak’ta neler olduğunu hem de 2006 Ankara Eryaman olaylarını yeniden hatırlamamız, hatırlatmamız ve unutmamamız gerekiyor; çünkü vatandaşlıktan dışlanmış sınırda kimliklere gözlerimizi kapamamızdan da beslenen bir sistemle karşı karşıyayız.

1996 Ülker Sokak…

devlet-mafya-iliskisi-ulker-sokak-eryaman-esat-1

Ülker Sokak hakkında başta Pınar Selek’in Maskeler Süvariler Gacılar kitabı olmak üzere belirli araştırmalar yapıldı ve yazılar yazıldı. Avukat Yasemin Öz’ün Kaos GL’deki ‘Ahlaksızlar’ın Mekansal Dışlanması yazısı da çokça kullanılmış bir referans kaynağı.[1] Ayrıca birçok tanıklık da mevcut. Olayı yaşayanların bazıları hayatta ve Ülker Sokak hafızalarıyla hayatlarına devam ediyorlar. Yazılanların dışında yazılmayanlar da var. LGBTİ+ aktivistleri olarak birçok tanıklık dinledik, dinliyoruz hala. Birçok meseleye tanık olduk ve oluyoruz. Bugünlerde ise Ülker Sokak’ı yeniden konuşmamız gerekiyor. Ülker Sokak’a bugünden baktığımızda daha önce anlaşılamamış yeni anlamları ortaya çıkıyor. Bitmiş bir mesele değilmiş Ülker Sokak, aksine bugüne kadar sürecek olan LGBTİ+ insan hakları mücadelesini bastırmanın bir rol modeliymiş. Bugün çok iyi görebiliyoruz ki Ülker Sokak modeli, devlet ve mafya ilişkisine dayanan bir devlet politikası olarak LGBTİ+ vatandaşların varlığına ve eşitliğine karşı tedavülde.

Ülker Sokak’tan bugüne 25 yıl geçti ve bugün LGBTİ+ hak savunucuları olarak çok daha iyi görebiliyoruz ki Ülker Sokak, devletin LGBTİ+ politikası için adeta bir rol model kurmuş: LGBTİ+’ları medya yoluyla ve yalan bilgiyle hedef göstererek işlenmesi “gereken” insan hakkı ihlallerini, gönüllü milliyetçi “sade vatandaşlarına” işleterek ellerini temiz tutan bir model bu. Devletle çetelerin cezasızlık, sırt sıvazlama, hedef gösterme, suç teşvik etme, emir vermiyormuş gibi görünerek emir verme ve başka ortaya henüz çıkmamış çeşitli yöntemlerle işbirliği yaptığı bir model. İşte bu model Ülker Sokak’ta rüştünü ispatlamıştı ve devletin LGBTİ+ hak mücadelesine karşı homofobi ve transfobi politikası olarak hayatımıza daha önce hiç olmadığı kadar girdi.

1996 yılının Haziran ayında, 3 – 14 Haziran, Habitat konferanslarının ikincisi olan Habitat II İstanbul’da düzenlendi. Bu konferanstan hemen önce İstanbul’un en gözde alanlarından birinde bulunan ve bir rant bölgesi olan Beyoğlu’nda bir “temizlik operasyonu” başlatıldı. Şehrin bu gözde rant alanından temizlenmesi gereken “pisliklerden” biri de yıllardır Beyoğlu Ülker Sokak sakinleri olan trans kadın vatandaşlardı. Bir anda, kelimenin tam anlamıyla bir anda, daha önce karşılaşılmamış türden saldırılar başladı mahalle sakini trans kadın vatandaşlara yönelik olarak. Mehmet Ağar, dönemin Adalet Bakanı’ydı. Aynı yıl, Haziran ayında İçişleri Bakanı oldu Ağar. Medya, “travesti terörü” şeklindeki nefret diliyle toplumun bir bölümünü cinsiyet kimliği sebebiyle hedef almaktaydı. “Sade vatandaşlar” kara propaganda ve bilimdışı yalan bilgilerle homofobik ve transfobik şekilde provoke ediliyorlardı. İşte böyle bir fobik “uzlaşı” ortamında nereden geldiği belli olmayan çeteler ise insan hakkı ihlallerinin başrolündeydiler.

Ülker Sokak saldırıları hakkında kentsel dönüşüm, rant ve Habitat II süreçleri “meselenin asıl nedeni” olarak çokça konuşuldu, Selek’in kitabı da meseleyi bu merkezde ele alıyor. Hatta Avukat Yasemin Öz, yukarıda bahsettiğim yazısında, “mesele basitçe transfobi ve homofobi de değildi aslında” diyor. Oysa bugünden baktığımızda ise, yani bugün devletin dahil olduğu LGBTİ+’lara yönelik saldırılara baktığımızda, o gün Ülker Sokak’ta yaşananların “basitçe Habitat II ve rant olmadığını” görüyoruz. Çünkü bugün Ülker Sokak’taki saldırı modelini kentsel dönüşüm veya rantla ilgisiz alanlarda da aynen görüyoruz. En basit saldırılardan dava konusu olmuş kitlesel boyuttaki ciddi saldırılara kadar model bu. Örneğin İstanbul Sözleşmesi’ne, LGBTİ+ örgütlenme hakkına, üniversitelerdeki LGBTİ+ kulüplerine karşı yürütülen tehdit siyasetinde “gereğini yaparız, yaptırırız” içeriği açıkça hakim. Bunlar son derece “üstü kapalı” süreçler ve bu üstü kapalı çağrıları işlevsel hale getiren de yargının cezasızlık politikaları. Nefret suçları cezasız bırakılıyor, suçlular “millet adına” suç işleme “özgürlüğü” ediniyorlar. 

devlet-mafya-iliskisi-ulker-sokak-eryaman-esat-2

Eser: Furkan Öztekin, 1990’larda transların yaşadığı ve yaşamak için mücadele ettiği Ülker Sokak ve Pürtelaş Sokağı direniş mekanları olarak işaretliyor.

Örneğin, Boğaziçi Üniversitesi LGBTİ+ Çalışmaları Kulübü; evrensel etik sahibi, insan haklarını koruyan, hukukun üstünlüğünün işlediği bir ülkede infial yaratması gereken bir bilgilendirme ve çağrı yazısı paylaşmıştı.[2] Bu yazıda başta Şehir Üniversitesi Rektörlüğü olmak üzere yetkilileri göreve çağırıyordu; çünkü Şehir Üniversitesi’nde yeni kurulmakta olan Şehir LGBTİ+ topluluğunun üyeleri bir nefret çetesi tarafından tehdit ediliyormuş. Bu çağrı yazısından sonra Çankaya Üniversitesi’nde Ceren Damar’ın katledilmesinin de üzerine, Şehir Üniversitesi hakkında Kaos GL’de yazdığım Ceren Damar cinayeti ve Şehir Üniversitesi’nin bugünkü sorumluluğu başlıklı yazımda Şehir Üniversitesi’nde yeni kurulmakta olan LGBTİ+ Kulübü’ne karşı bir çete iddiasını dile getirmiştim. Yetkilileri göreve çağırmayı yinelemiştim. Tahmin edilebileceği üzere hiçbir adım atılmadı. Bu gibi örnekler çok. Trans kadınlara ve LGBTİ+ vatandaşlara yönelik saldırılar “milliyetçi” sembollerle vatan – millet için bir kahramanlık şovuna dönüştürülüyor. Mağdur kadınların beyanına göre cezasızlıklar henüz karakol aşamalarında başlıyor. Saldırganlar karakola götürülürken bozkurt işareti yapıyorlar[3] veyahut polisler kasap sallamasıyla eli kopartılan trans kadının dahi şikayetlerini almamak için görev ihmalinde bulunuyor, trans kadın vatandaş üç gün boyunca Esat Karakolu’nu arıyor ve sonunda polislerin cevabı “Amaaan ondan bir şey çıkmaz…” oluyor.[4] Bu gibi vakalar çok. Meis sitesi olayı, Maltepe Sahil’deki satırlı saldırılar, en son Kurtuluş’ta yaşanan saldırı, bunlar gibi onlarca bildiğimiz ama yüzlerce bilmediğimiz hak ihlali rahatlıkla yaşanmakta, yaşanmaya devam ediyor.

“Sapkınlara” karşı “gereğinin yapılması” çağrıları devlet diliyle ortadayken sonuç ne olabilirdi? Bu “gereğin” kanunlarla yapılamayacağı açık, Türkiye’nin tarafı olduğu uluslararası sözleşmeler açıkça LGBTİ+’lara yönelik ayrımcılığı ve şiddeti yasaklıyor. Böyle bir ülkede, bir anda devlet yetkililerin kime olduğu belli olmayan hitaplarla kitlelere yönelik nutuklarında aba altından “sopa” görüyoruz, yani “gönüllü güçler”, yani çeteler! Örneğin, en üst kademedeki devlet erki tarafından, “milletin tüm fertleri”, rabbimizin yasakladığı her türlü “sapkınlığı” sergileyenlere karşı tavır almaya davet ediliyor.[5] Hükümet medyası dahil çeşitli propaganda araçlarıyla kanun önünde eşit olmalarına rağmen LGBTİ+’ların “suçlu” olduğu bir kamuoyu normalleştiriliyor. Böylece “vatan-millet” ve “namus” bekçileri kendilerine cezasızlık sözü verilen şiddet eylemlerine “gerektiğinde”, yani kanunun LGBTİ+ haklarını kısıtlamaya yetmediği yerlerde, davet edilmiş oluyor. Sonra da LGBTİ+’lara “sapkın” diyerek uluslararası hukuka göre nefret suçu sayılabilecek eylemlerde bulunan İçişleri Bakanı, HaberTürk’te gazetecilerin devlet yetkililerin ve mafyanın somut yakınlıklarına dair sorduğu sorulara cevap olarak ben değilim “bazı AKP’liler” diyebiliyor. Rakel Dink’in bu seneki konuşmasını hatırlayalım. İnsanlara nefret çağrılarının bu derece normalleştiği ve devlet dili haline geldiği bir ülkede “Ben yapmadım elim yaptı, ben yapmadım ayağım yapmış olabilir” demek değil de nedir bu?

Dolayısıyla bugün artık Ülker Sokak’ı yeniden düşünürken “asıl” meselesinin Habitat II ve rant olduğunu söyleyemiyoruz. Bugünden baktığımızda devletin LGBTİ+’yı inkardan yasaklamaya doğru geçiş sürecinin mihenk taşlarından biri olduğunu görüyoruz. Habitat II sürecinde mesele Yasemin Öz’ün dediği gibi gerçekten de kentin görsel sunumunun son derece önemli bir hal almasıyla görüntü “kirliliği” yarattığı düşünülen her şeyin “temizlenmesiydi”. Sokakta yaşayan çocuklar ve sokak hayvanları dahil. Peki neden trans kadınlar “görüntü kirliliği” yaratıyordu? İşte bu sorunun yanıtını homofobi ve transfobiyi merkeze almadan veremiyoruz. Bir yerin “temiz” ve rantiyer açıdan “değerli” olması için orada neden transların yaşamaması gerekir? İşte LGBTİ+ mücadelesi bu soruları sorup bu soruların yanıtlarıyla mücadele etmeye ve toplumdaki homofobi ve transfobiyi ortadan olabildiğince kaldırmaya doğru bir sorumluluk aldığı için, yani meselenin sonucuna değil özüne yöneldiği için statüko tarafından bastırılmak istendi; çünkü verili homofobik ve transfobik eşitsiz yapı sadece ekonomik rant için değil; sosyal, psikolojik ve kültürel birçok ayrıcalık ve üstünlük bahsetmişti cinsiyet normlarına uygun yaşayan başta Sünni Türk erkeklerine ve sonra da bu hiyerarşiyi kabul ederek haddini bilen herkese.  

Dolayısıyla Habitat II’nin ötesinde aslolarak iki sebebi daha vardı Ülker Sokak’ın. Birincisi, 80 Darbesi’nde LGBTİ+’lara karşı açıkça işlenen insan hakkı ihlallerinin Darbe sonrası neoliberalleşme döneminde “açıkça” işlenmesi biraz daha, görece zorlaşmıştı. Darbe dönemindeki karakol işkenceleri, örneğin Sansaryan Han’daki trans kadınlara yönelik işkenceler, darbenin hafıza odaklarından biri olmuştu. Yeni neoliberal ve sivil dönem için bu kadar “açıktan” ve “açıkça devlet eliyle” işlenecek insan hakkı ihlalleri “zamanın ruhu” ile örtüşmüyordu. Tabii ki 90’larda da karakol işkenceleri devam etti, Hortum Süleyman örneği gün gibi ortada. Yalnız Hortum Süleyman’ın adını her daim hatırlarken Sansaryan Han’daki işkencelerin faili tek bir komiserin adını dahi kolektif bir şekilde “hatırlamıyoruz”. Adeta yok gibiler; çünkü Hortum Süleyman’a karşı davalar açılabildi 90’larda. Yoksa tabii ki 90’larda da fail devletti ve insan hakkı ihlalleri en kanlı şekilde devam etti; ama bir memur olan komiserin eskisi kadar yetmediği yerde paramiliteri ve çeteyi hiç olmadığı kadar aracı yaparak, yani “daha az” elleri kirli ama elinize yüzüne bulaştırmış bir şekilde. Sonuç olarak, hak ihlalleri için devletin yasadışı güçlerle ittifakı doğrudan bir semptom olarak belirdi, kanun önünde eşitlik gerçek eşitliğin çok ilerisine geçtiği için mafyalar son derece yaygın bir talebin sonucu arz olarak belirdiler. Bu kısmı yazının sonunda daha fazla açmak istiyorum.

İkinci sebep ise Türkiye’de kitlesel ilk LGBTİ+ örgütlenmeleri ve protestoları darbe dönemine tepki olarak mobilize olmuştu ve şiddetin çocukları olan bu örgütlenmeler darbe sonrasında artarak devam ettiler. Eskinin hasta ve sapkın olarak mimlenmiş, vatandaşlıktan dışlanmış kimlikleri vatandaşlık pastasına dahil olmak üzere hak mücadelesine başlamıştı. 70’lerde görece kamusal alandan daha uzak yapılan İbrahim Eren’in İzmir’deki Çarşamba Çayları’ndan 1993’te kamusal alanda toplu LGBTİ+ görünürlüğüne, yani Onur Yürüyüşü girişimine evrilmiş bir Türkiye LGBTİ+ kamuoyu oluşmuştu. 1993’te İstanbul’daki Onur Yürüyüşü’ne medyanın hedef göstermesi sonucu polis baskınları yapıldı. Bir yasak olmamasına rağmen belli ki kendini devletten daha devlet sanan yozlaşmış bazı memurlar kanunsuz emirleriyle devrede olmak istiyordu, yasaksız yürüyüşü “yasakladılar”. Aynı yıl, 1993’te Lambdaistanbul ve 1994’te Kaos GL kuruldu. 1996’da ilk kez bir siyasi parti, ÖDP, cinsel yönelim ve cinsiyet kimliğine dayalı ayrımcılığı yasakladı. Boğaziçi Üniversitesi LGBTİ+ Çalışmaları Kulübü’nün ve ODTÜ LGBTİ+ Dayanışması’nın öncüsü olan LGBTİ+ öğrenci örgütlenmeleri bu yıllarda oluşmaya başladı. LGBTİ+ vatandaşların temel haklarını icra ederek hak talebinin ve eşitlik talebinin yoğun olduğu yıllardı 90’ların ilk yarısı. Statükocu devletin ise, veya “genelleme yapmayalım bazılarının” diyelim, bunu bastırmak için kanunen eli kolu eskisine göre daha çok bağlıydı. Demet Demir gibi kadınlar, Süleyman Ulusoy gibi komiserleri savcılığa defalarca şikayet ediyordu, 1996-1997 yıllarında dört kere savcılığa şikayette bulunan Demet Demir o zamanlar bir şey olmadı diyor; ama şikayetinden de vazgeçmiyordu. Savcıların görmezden gelme alanı böylece yıldan yıla iyice daralacaktı. Devletin komiseri “travestiler” karşısında kanunen “yetersiz” kalmanın, hatta kanunen suçlu olmanın eşiğindeydi. Nihayet mücadele 2000 yılında meyvesini verdi ve Ulusoy hakkında soruşturma başlatıldı. 2003 yılında hapis cezası alan Ulusoy’un cezası af yasası nedeniyle ertelendi. Dolayısıyla darbe sonrasındaki bu eşik yıllarında ortada hem sivil hükümetler hem de topluma entegre olmaya ve anaakımlaşmaya gönüllü, örgütlenmiş “cinsel azınlıklar” vardı. Bu talebi sivil hükümetler nasıl bastıracaktı? İşte bunun cevabını devlet, ya da “genelleme yapmayalım devletten bazıları” Ülker Sokak’ta verdi: Kendine milliyetçi diyen çetelerin görünmez, bilinmez, ispatlanamaz ve yargılanamaz aracılığı ile. Göz korkutma, tehdit, aba üstünden yapamadığını aba altından sopa göstererek yapma, hedef gösterme, sindirme ve gerekirse gerekeni aracılara yaptırma ile.

Bu işin pompası da “yerli ve milli” olan ile LGBTİ+ vatandaşlar arasında karşıtlık kurmak ve LGBTİ+’ların kendi ülkelerine yabancılaştırılmasıydı. Ülkenin herkes gibi vatandaşı ve milletin parçası olan LGBTİ+ insanlar ülkeye olabildiğince dışardan, hatta uzaydan indirilmiş muamelesi görsünler ki çeteleri üzerlerine salarken etki gücü edinebilsin yetkililer. Neticede “vatan-millet” gazının işlemesi için cahillikten ve kara propagandadan beslenen olmazsa olmaz bir altyapı gerekir. Oysaki LGBTİ+ örgütlenmeleri Türkiye’nin demokratikleşme tarihinin son derece yerli filizleriydi. Bu ülkenin LGBTİ+ insanları vatandaş olduklarını fark edip eşitlik talep ediyorlardı ve dışlanmış bir grubun bu aşamaya gelmesi yerli ve milli bir değer değil de neydi? Bir insanın kendi ülkesinde eşit ve şiddetten uzak yaşama hakkını savunması ülkedeki tüm insanların refahınayken buna karşı devletin mafya ile ilişkisi duvar gibi önümüzde durdu ve durmaya devam ediyor.  

2006 Eryaman…

devlet-mafya-iliskisi-ulker-sokak-eryaman-esat-3

Fotoğraflar: Canay Özden, 2006 Haziran, Ankara’da Eryaman saldırılarını protesto eylemi

Ülker Sokak’tan on yıl sonra, bu sefer Ankara Eryaman’da 90’lar Türkiyesi’nden miras Ülker Sokak modelinin aynen tekrarını gördük. Nereden geldiği belli olmayan çeteler trans kadın vatandaşlara bir anda saldırmaya başladılar. Bugün ise Eryaman-Esat davası zaman aşımı tehlikesiyle hala sürüyor, tanık trans kadınlar konuşuyor, bu konuda birçok kayıt ve röportaj mevcut.[6] Bir bu kadar da kayda geçmemiş tanıklıkların LGBTİ+ hak savunucuları olarak şahidiyiz. Polisin ve yetkililerin tutumunu, saldırganların “Biz burada polisin size yapamadığını yapıyoruz.” derkenki nereden geldiği belli olmayan güvenlerini anlatıyor trans kadınlar, hâlâ!

Çeteler ise yargılanıyor. Fail odaklı bir yargılama birçok sorunun cevabını veremiyor bizlere. Örneğin kim bu saldırganlar? “A Takımı” kim? Dönemin yetkililerinden habersiz bu çeteler kendi kendilerine mi trans kadın vatandaşlara saldırdılar? Bir emir aldılar mı? Veyahut emri kim verdi? İşte bu sorular hala cevap bekliyor. Gerçek bir yargılama için faillerin ceza alması yetmez, bu soruların da yargı eliyle soruşturulması ve açıklığa kavuşturulması gerekir. Ayrıca bu mesele sadece hukuki bir mesele değil. Aynı zamanda toplumsal, sosyal, kültürel ve ekonomik eşitsizlikler meselesi de. İktidarını ve rejimini konsolide etmek için dışlayıcı vatandaşlık politikalarına sıkı sıkıya tutunan yöneticiler; toplumsal hayatın her alanında ayrımcılığa maruz bırakılmış ve kaynaklardan, hizmetlerden, haklardan dışlanmış trans kadınlar için önlem almak yerine LGBTİ+’ya sapkın diyorlar. Homofobik ve transfobik tutumlar, davranışlar ve hatta şiddet çağrıları onaylanıyor, şiddet böylece teşvik ediliyor. Böyle bir atmosferde, kendini devletin ve milletin sahibi sananlar trans vatandaşlara saldırmayı vazife belliyorlar. İnsan hakları izleme örgütleri defalarca yetkilileri bu iklim konusunda uyardı ve yasaları hatırlatarak yetkilileri sorumluluklarını yerine getirmeye davet etti. Örneğin Eryaman davası tanıklarından trans kadın Dilek İnce’nin pompalı tüfekle öldürülmesinden sonra Human Rights Watch, Türk Hükümetine bir mektup yazdı.[7] Somut tavsiyelerin olduğu bu mektuptaki tavsiyelerin kaçını uyuldu? Veyahut herhangi birine uyuldu mu? Bu soruların da cevapları hâlâ yanıt bekliyor.

Cevaplanmamış soruların gölgesinde süren Eryaman davasının duruşması 1 Haziran’da Ankara Adliyesi’nde saat 09:30’da görülecek. Pembe Hayat Derneği, insan hakları savunucularına davayı izlemeleri için bir çağrıda bulundu. Haksızlığın, cezasızlığın, ayrımcılığın ve adaletsizliğin yıllardır aşılamadığını vurgulamışlar çağrıda. Çağrıyı bitirirken de her yerde eşitiz ve eşitleneceksiniz diyorlar.

Bu vesileyle yazının sonunda açmak istediğim kısma gelirsem de asıl mesele şu: Bir mahallede trans kadınlar olmadığında o mahalle neden daha “nezih”? Örneğin, yaşanmış bir olaydan örnek vermek istiyorum, tanınmış solcu bir erkek kendisiyle aynı sitede yaşayan trans kadınlardan rahatsızlığını dile getirirken son derece “kibar” bir şekilde şöyle demişti: “Transfobik değilim ama seks işçiliği yapıyorlar. Sürekli gelen giden oluyor, araba sesi oluyor, bundan rahatsız oluyorum. Trans kadınlardan değil araba sesinden rahatsız oluyorum.” Seks işçiliğini rahatsızlığı için “haklı” bir argüman olarak, bir “solcu” olmasına rağmen, sunabilmişti bu insan. Herkes için ilk bakışta çok haklı bir sebep gibi dahi görünebilirdi. Öte yandan oturduğu siteden seks işçilerini attırmak isteyen bir komşu, bu iş için kanuna da başvuramıyordu. Kanun seks işçisi insanları mahallelerinden süremez. Dahası sağcısıyla solcusuyla “sade” komşular, “nezih” mahallerinde “Bu travestileri istemiyoruz bakanım, komiserim, n’olur kurtarın bizi bunlardan!” derse ne olacaktı? Mahalleliler topluca mafya talebinde bulunmuş oluyorlar mı? Zira Bakan da trans kadın vatandaşları mahallelerinden atamaz. O halde Sayın Bakan, trans kadınları şehrin “nezih” yerlerinden “nezih” olmayan yerlerine nasıl sürecek? Devlet ve çete arasındaki karşılıklı çıkar ilişkileri ve market; kendini büyük meselelerde var ettiği kadar “küçük” ve “önemsiz” konularda da var eder. Şimdi mahalleyi genişletelim, ulus olarak, ülke olarak düşünelim. Daha “güçlü”, daha “sağlıklı”, “şık”, daha “nezih” bir ülke için ülkemizde LGBTİ+ istemeyiz ne demek?

Oysa yukarıdaki hikayede asıl sorulması gereken soru bu kadınların neden seks işçiliği yapıyor olduğuydu. Neden toplumun cinsiyet kimliği açısından bir kesiminin neredeyse tüm üyeleri seks işçiliği yapıyor? Bu soruyu sorma sorumluluğu almadan ve bu soruya yanıt vermeden, o yanıtlara göre politika yapmadan “İstemeyiz!” diyen yığınlar sanılanın aksine bir millet olmuş olmuyor, mafya devleti talep eden pasif yığınlar olmuş oluyorlar. Dolayısıyla bugün devlet – mafya ilişkisi dediğimiz market, karmaşık bir arz ve talep süreci. Bakan da iktidarda kalmak için oportünist davranacak, toplumu ve devleti insan hakları hususunda dönüştürme sorumluluğu almak yerine sürgün politikalarını mafyayla ya da onun “küçüğü” çetelerle çeşitli işbirlikleri içinde işletmeyi seçecek. Veyahut daha kötüsü, yozlaşmış memurlar, vekiller, hatta bazen bakanlar eşitsizliğin yarattığı “güvenlik” ve “temizlik” politikalarını kullanarak yeraltı ekonomileriyle haksız zenginleşecek. Muhalefet ise elini “ibne” işlere bulaştırmayacak, “bu yüzyılın konusu değil” diyerek o da oportünist davranacak.

Tüm bu sürece LGBTİ+ hareketi itiraz ediyor. İtirazları taleplerle oldukça somut. LGBTİ+ hak mücadelesinin birinci talebi eşitlik. LGBTİ+ hakları mücadelesi, öncelikle zorunlu seks işçiliğini ve diğer zorunluluk hallerini yaratan dışlayıcı mekanizmaların ortadan kaldırılması için ayrımcılıkla mücadele ediyor. Trans kadınların ve LGBTİ+’ların eşit vatandaşlar olarak toplumsal ve kamusal hayata entegrasyonunu talep ediyor, okullardan iş hayatına kadar ayrımcılığın bitmesini, kimsenin okulundan ve işinden LGBTİ+ olduğu için atılmamasını istiyor; çünkü vatandaşlar LGBTİ+ oldukları için işlerinden ve okullarından atılıyorlar, gizlenmeye ve olmadıkları bir insan olarak yaşamaya zorlanıyorlar.[8] Bilim dışı bilgilerle LGBTİ+ kimlikler hakkında yapılan kara propaganda ve nefret konusunda hiçbir önlem alınmayarak ayrımcı hak ihlalleri normalleştiriliyor. Yargı, ayrımcılık karşısında pasif kalıyor. İkinci talep de halihazırda seks işçiliği yapanlar için ahlakçı inkar politikalarının bırakılarak legal ve güvenlikli şartlar altında uygun alanlarda seks işçiliğinin işçilik olarak yasallaşması. Nefret cinayetlerinin önlenmesi. Oysa hem muhalefet hem iktidar “irrasyonel” bir şekilde ayrımcılığın ortadan kalmasını istemiyor. Bu “irrasyonalitenin” adı transfobi ve homofobi. İktidar homofobik, muhalefet ise niye risk alayım diye, toplumu “ibneleştiriyor derler” ve oy kaybederim diyerek eşit vatandaşlık siyaseti yürütmüyor. Örneğin, Melih Bulu yönetimini protesto eden Boğaziçili akademisyenlerin de içinde olduğu eski Mehmed Özkan yönetimi, nefret propagandasından korkarak Hande Kader Bursu’nu iptal ettiler. Unutulmayacak ölçüde vasatlaşma vakasıydı ve ikiyüzlü ahlakçılığın üniversiteleri dahi ne hale getirdiğine dair örnek bir hadiseydi. Hande Kader, üniversite okuyup çevirmek olmak isterken bunların hiçbirini yapamamış ve güvencesiz-zorunlu seks işçiliği sürecinde yakılarak öldürülmüş bir trans kadın vatandaştı. Trans kadınların üniversite okumaları için atılmış bu adımı çeşitli örüntüler engelledi. Akademisyenler her ne pahasına olursa olsun görevlerini yapmaları gerektiği gibi yapmadılar, nefretin onları hizaya getirmelerinden duydukları utanç neticesinde olacak ki “stratejik davranıyoruz” diyerek kendilerini kandırdılar. O esnada Boğaziçi LGBTİ+ Çalışmaları Kulübü’nü yasal tüm şartları sağlayıp yasal süreyi doldurmuş olmasın rağmen usulsüzce asil kulüp dahi yapmadıkları iddiasını da yeni öğrendik. En ufak bir LGBTİ+ hakları mücadelesinin bile başına bunlar gelirken “Mahallemizde travesti istemeyiz.” demek usulsüzlüğe, kirli ilişkilere ve devlet – mafya ilişkisine taraf olmak demek değil mi?   

İnsan hakları ihlallerinin ve ayrımcılığın normalleştiği tüm bu karmaşık süreçler içinden çıkamadığımız kısır döngüyü oluşturuyor. Şu an için çok uzak bir ihtimal de olsa bunun çözümü halkın da muhalefetin de anakımlaşmış mafya talebine ne ölçüde dahil olduğuyla yüzleşmesindedir. Türkiye bir hukuk devletiyse, transfobik ve homofobik toplum mafyasız olamayacaktır; çünkü “kanun önünde eşitliği”, toplumsal eşitsizlik haline çevirme talebi olduğu sürece kanunu bypass etmenin zorunlu bir gereği olarak küçük – büyük çeteler olacaktır. Bu çetelerin ödenmesi gereken yeraltı ekonomilerle haksız zenginleşme fırsatları oluşacaktır. Bunu lağvetmenin en önemli ayağı da azınlıkların, ötekileştirenlerin, sınırda kimliklerin vatandaşlık haklarının güvence altında olduğu eşitlikçi ve kapsayıcı bir ülkeyi kurmak. Yani tek başına “Bakanı yargılayalım, Bakan istifa etsin!” demekle bu işler çözülmeyecek. Yargılamalar ve istifa talepleri çözümün bir ayağı olabilir; ama işin özünde insan hakları ve eşitlik hususunda toplumsal bilinçlenme ve siyasi sorumluluk almak var. Basitçe eşitlenmek yani.

Bitirirken 2021…

Yazının en başında değindiğim şaşkınlıklar ve hayret etmeler meselesi vahim. Ayrımcılık uygulanan, dışlanan, kaynaklardan, hizmetlerden ve haklardan eşitçe yararlanma hakları olduğu halde bu hakları engellenen insanların şiddet dolu hayatlarına temasız kalma lüksümüz yok. LGBTİ+ vatandaşlar, bu dışlayıcı çarkın bir ayağındalar ve bu dışlayıcı çarkın Kürtler ve Alevilere olarak geniş yanları da var. “Yerli ve milli” olana karşı sözde yersiz, yurtsuz, kutunun dışında olduğu iddia edilen ve kesintisiz bir şekilde “yerli ve milli” olana karşı tehditmiş gibi dışlayıcı ve şiddet dolu “güvenlik” politikaları resmen bir market yaratıyor. Kendine “milliyetçi” süsü veren yozlaşmış “sivil”ler ve resmi yetkililer, “vatan-millet” popülizmiyle ve yeraltı ekonomileri aracılığıyla ayrıcalıklarını koruyorlar, haksızca zenginleşiyorlar. Dahası mafyayı da var ediyorlar.

Meselenin uyuşturucu ticareti kısmı konuşuluyor, konuşulsun tabii. Bir de seks işçiliği kısmı var. Türkiye'de seks işçileri ceza, rüşvet veyahut da haraç olarak polisinden mafyasına para ödedi ve ödüyor. Sol ve "aydın" muhalefet, bu konuyla derinlemesine hiçbir zaman yüzleşecek cesarette ve olgunlukta olamadı. "Fuhuşa karşıyız, sömürüdür!" dediler sadece, gözlerini vatandaşlıktan dışlanmış kimliklerin para kazanmak zorunda oldukları gerçeğine ve hayatta kalmak için güvenlik sorunu meselesine kapatarak. Türkiye'de mafya ve polis, seks isçileri üzerinden para kazanıyor halbuki. Kabahatler Kanunu için yasa dışı vergi denildi ki öyleydi. Polisteki "Bonus Sistemi" neydi? Bunun yanında onlarca küçük çetenin para kazanması için illegal olarak parsellenmiş bir sektör seks işçiliği, il il ve ilçe ilçe. Oysa seks işçiliği legalize edilmeli, tamamen, vergisi ve güvenlik koşullarıyla birlikte işçilik olarak tanımlanmalı. Bunun yanında da vatandaşlıktan dışlanmış sınırda kimliklerin entegrasyonu için siyaset yapılmalı. Midemizi bulandıran devlet - mafya düzeninden kurtuluşumuzun önemli bir ayağı insan haklarını ve onurunu savunmakta, eşitlenmekte. Eşitçe yaşamayı hazmetmekte.

*KaosGL.org Gökkuşağı Forumu’nda yayınlanan yazı ve çizimlerden yazarları ve çizerleri sorumludur. Yazının ya da çizginin KaosGL.org’ta yayınlanmış olması köşe yazılarındaki veya çizimlerdeki görüşlerin KaosGL.org’un görüşlerini yansıttığı anlamına gelmemektedir.

        

 



[1] Yasemin Öz. ‘Ahlaksızlar’ın Mekansal Dışlanması. Kaos GL.  https://kaosgl.org/gokkusagi-forumu-kose-yazisi/lsquoahlksizlarrsquoin-meknsal-dislanmasi- [25.05.2021]

[2] Boğaziçi LGBTİ+. Twitter. https://twitter.com/bogaziciLGBTI/status/1088738785892933632. [25.05.2021]

[3] Haberin görsellerinde görülebilir. Bknz.

 “Bursa'da LGBT'lilere Saldırı Anı Kameralara Yansıdı.” Haberler.com.

https://www.haberler.com/bursa-da-lgbt-lilere-tasli-saldiri-kameralara-7500755-haberi/. [25.05.2021]

[4] “Trans kadına sallamalı saldırı: Kafayı kolla kızım!.” Kaos GL. https://kaosgl.org/haber/trans-kadina-sallamali-saldiri-kafayi-kolla-kizim. [25.05.2021]

[5]Bugün "Milletimin tüm fertlerini rabbimizin yasakladığı her türlü sapkınlığı sergileyenlere karşı tavır almaya davet ediyorum" diyen Erdoğan, 2002'de “Eşcinsellerin de kendi hak ve özgürlükleri çerçevesinde yasal güvence altına alınması şart” demişti.

“Erdoğan “Eşcinsel hakları güvenceye alınmalı” demişti.” BİA Haber Merkezi. https://bianet.org/bianet/toplumsal-cinsiyet/226570-erdogan-escinsel-haklari-guvenceye-alinmali-demisti. [25.05.2021]

[6] “Eryaman-Esat davası: “Bu dava yalnız benim değil, bütün trans kadınların davasıdır”.” Youtube.  https://www.youtube.com/watch?v=KwCvftg0fKs&ab_channel=MedyascopeMedyascope. [25.05.2021]

“Yıllar Affetmez I Konuk: Belgin Çelik I Biz de Stonewall Yaşadık ama...” Youtube. https://www.youtube.com/watch?v=GJD_XDFrjCU&ab_channel=PembeHayatPembeHayat. [25.05.2021]

“Yıllar Affetmez I Konuk: Yağmur Arıcan I Eryaman'da Önce Romanların Evlerini Yaktılar.” Youtube. https://www.youtube.com/watch?v=fKO5jCglEPU&ab_channel=PembeHayat. [25.05.2021]

“Yıllar Affetmez I Konuk: Zeynep Ersürer I Eryaman Olayları.” Youtube. https://www.youtube.com/watch?v=6EQnUrUkTRQ&ab_channel=PembeHayat. [25.05.2021]

[7] “Travesti ve transseksuelleri hedef alan siddetle ilgili Turk hukumetine mektup.” HRW. https://www.hrw.org/tr/news/2010/02/22/238915. [25.05.2021]

[8] Okuldan, yurttan ve işten atmaya dair birçok örnek mevcut. Bknz.

Vikipedi. Halil İbrahim Dinçdağ. https://tr.wikipedia.org/wiki/Halil_%C4%B0brahim_Din%C3%A7da%C4%9F [25.05.2021]

Ali Erol. İşten atma gerekçesi: Eşcinsel ilişki… 27.07.2018.

 https://kaosgl.org/haber/isten-atma-gerekcesi-escinsel-iliski. [25.05.2021]

DW. İhraç edilen polis: "Özel hayatım olamayacaksa niye yaşıyorum?". 13.03.2019. https://www.dw.com/tr/ihra%C3%A7-edilen-polis-%C3%B6zel-hayat%C4%B1m-olamayacaksa-niye-ya%C5%9F%C4%B1yorum/a-47883571 [25.05.2021]

Gazete Hayır. Yurttan atılan trans erkek öğrenci Şafak Koç: “Türkiye’de cinsiyet geçişi yapanlarla, yapmayıp intihar edenlerin ve öldürülenlerin oranı eşit”. 03.04.2019. https://gazetehayir.com/roportaj-yurttan-atilan-trans-erkek-ogrenci-safak-koc-turkiyede-cinsiyet-gecisi-yapanlarla-yapmayip-intihar-edenlerin-ve-oldurulenlerin-orani-esit/. [25.05.2021]


Etiketler: insan hakları, kadın, nefret suçları, kent hakkı
nefret