09/11/2011 | Yazar: Erdal Partog

Devletlerin şiddeti kullanma hakkını saklı tuttuğunu, yeri geldiğinde çekinmeden kullandıklarını insanlık tarihi bize göstermiştir.

Devletlerin şiddeti kullanma hakkını saklı tuttuğunu, yeri geldiğinde çekinmeden kullandıklarını insanlık tarihi bize göstermiştir. Bu şiddet, bazen Irak örneğinde olduğu gibi bir dış devlet tarafın uygulanmış, bazen de devletin kendisi, kendi vatandaşlarına karşı şiddet uygulamıştır.
 
Türkiye’de şiddete maruz kalan en önemli kesimlerden biri hiç kuşkusuz barış hareketi ve anti-militarist harekettir. Hiçbir haklı şiddeti siyasi anlamda kabul etmeyen bu kesim, bu şiddet karşıtlığına rağmen devlet şiddetinden nasibini almıştır.
Devlet tarafından sistemli olarak bu kesimlerin gösteri hakkı engellenmiş, dernekleri kapatılmış, eylemcileri tutuklanmış, bazıları da zorla askere alınmıştır. Şiddeti tamamen dışlayan, haklı şiddetin olmayacağını bir siyasi tavır olarak benimseyen bu küçük hareketler maalesef kitleselleşememiştir.
 
Peki bu kesimler devleti mi bölüyorlardı ya da eline silah alıp devletin kolluk kuvvetlerine mi saldırıyorlardı? Hayır tam tersi, devletin ve toplumun şiddetten ve militarizmden arınmasını ve daha barışçıl bir toplum olmasını arzuluyorlardı. Bütün eylemlerini de barışçı yollarla yapıyorlardı.
 
Bu küçük barışsever kesim karşında Devlet ne yaptı? Tabii ki bu kesimlerin üzerine acımasızca gitti. Barışı savunmayı, silaha karşı olmayı, askere gitmemeyi savunan bir avuç barışsevere suçlu muamelesi yaptı.
 
Devlet bu sivil ve barışçıl söylemden korkmuş olsa gerek ki şiddet aracını bu kesimleri üzerinde uygulamaktan çekinmedi. Devletin meşru şiddet hakkının sorgulanması, devleti ve devlet gibi düşünenleri rahatsız etti. Devletin işi barışı ve huzuru sağlamak olması gerekirken; devlet işini şiddeti ve korkuyu vatandaşlarına dayatmak olarak algılandı.
 
Sanırım bütün bunlardan daha vahim olan ise devletin şiddeti kullanma hakkına sadık kalan sağ liberal muhafazakâr kesimlerin (politikacılar, din adamları, gazeteciler ve yazarlar) neredeyse tamamının hiçbir şekilde devletin şiddet kullanmasını kınamamış olmalarıdır. Bu kesimler her zaman devlet şiddetinin sivil destekçileri olmuşlardır. Diyanet işlerinin, muhafazakâr gazetecilerin ya da liberal muhafazakâr parti mensuplarının sivillere yönelik devlet şiddetini kınamışlıkları var mı acaba? Ne olursa olsun devletin üstün bekası onlar için barıştan daha önemli olmuştur. Çünkü onlar için devlet şiddetin tekelidir. Ne adına olursa olsun onu kullanacak tek yetkilidir. Yani özgürlüklerin üstünde sadece devlet bir de Allah vardır. Devlet yasası ya da Allah yasası şiddetin meşru kaynağıdır. Doğal hukuk ve pozitif hukuk taraftarları bu inanca sonuna kadar bağlıdırlar.  
 
Yüzyıllardır bu topraklardaki şiddetin haklı gerekçelerini devlet katında hep sağcılar ve Kemalistler dile getirmiştir. Çünkü siyasi iktidar hep bu kesimlerin elinde olmuş, muhalifler hep azınlıkta kalmıştır. Bu topraklarda azınlık olmak devlete karşı olmakla eş anlamda tutulduğu için devlet bu kesimlere karşı uygulamış olduğu şiddeti meşru görmüştür. Bazı gazeteci ve yazarlar da devletin sırtını sıvazlamayı marifet saymıştır.
 
Sayın Taha Akyol da bu geleneğin başat temsilcisidir. Şiddeti savunan bir örgüte karşı devlet şiddetini haklı gördüğünü söylerken oldukça gururludur. Hatta Akyol’un şiddeti kınayan has bir barışsever olduğunu bile buradan çıkarabilirisiniz. Ancak kazın ayağı hiç de öyle değildir. Çünkü Akyol barışsever değildir. Akyol gibiler savaşın olduğu yerde barışı savunacak kadar sığ sularda dolaşırlar.
 
Akyol gibi sağ liberal muhafazakârların ağzından bir kez olsun devlet şiddetini kınayan bir açıklama çıkmamıştır. Barışçı eylem yapan, barışı savunan kesimleri devlete karşı korumamış, onların barışçıl eylemlerini bir kez olsun desteklememiştir. Hal böyleyken Akyol gibi devlet şiddetini açık beyan bu kadar savunan ve destek veren bir kişinin özgürlükleri savunduğuna kim inanır ki?
 
Gerçek bir barışsever her türlü şiddete karşı özgürlükleri her ilkenin üstünde tutan insandır. Ama, ancak, işte gibi başlayacak cümleler şiddeti meşrulaştırmaktan başka bir şey değildir.
 
Akyol ve onun gibi düşünenlerin bu çarpık şiddet algısı sadece sağcı liberallere özgü değil tabii ki, bu aynı zamanda Ortodoks ya da Kemalist solcuların çok sevdiği bir ilkedir. Haklı şiddetin dayandığı yer aynıdır. Vatandaşın üstündeki devlettir.
 
Siyasetin ister sağından olsun ister solundan olsun bu kesimler şiddet ile aralarına hiçbir şekilde mesafe koyamadığı gibi şiddeti doğal ve pozitif bir hak olarak kullanma hevesinden de vazgeçmezler.
 
PKK’nın İnsanları öldüren kanun dışı militarist bir örgüt olduğunu kınayabilirsiniz kınamalısınız da, aynı oranda Devlet’in de kendi vatandaşlarına uyguladığı her türlü şiddeti aynı ölçüde kınamalısınız. Birinden birini diğerine üstün görmek şiddete davetiye çıkarmaktır. Sağcıların Devlet, Kemalistlerin Atatürk, KCK ya da BDP’nin Kürtler adına şiddeti meşru kılma çabası, ne adına olursa olsun mazur görülebilecek şeyler değildir. Gerçek barış siyasi olarak şiddetsizliği demokrasi içinde hâkim kılma çabasıdır.
 
Yoksa kimi muhafazakâr milliyetçi kesimlerim kuzu postuna bürünmüş kurt misali kendilerinin ne kadar şiddet karşıtı olduklarını ispat etmeye çalışmaları tamamen kibir ve şark kurnazlığından kaynaklanır. Neymiş efendim silahı savunan bir yapılanmaya karşı devlet tabii ki tutuklama yapacak.
 
Peki silahı savunmayan, silah ya da şiddetle uzaktan yakından ilgisi olmayan kesimlere uygulanan devlet şiddetine ne demeli? Bu konuda sesiniz o kadar gür çıkıyor mu? Hayır, sağ ve Kemalist kesimler devlet şiddetine biat etmiş kesimlerdir. Onlardan başka türlüsü de beklenemez. Diğer taraftan Ortodoks solcuları da unutmayalım. Hepsi de özgürlüğe karşı haklı şiddet sevdalılarıdır. Şiddete haklı gerekçeler üretenler şiddetin her zaman koyu taraftarı olmuşlardır.

Etiketler:
İstihdam