29/12/2015 | Yazar: Emre Korlu

Diyarbekir’de çocuk olmak, siz tüm bu yaşananlara seyirci kalıp üzülürken, öldürücü sefillliği yaşamaktır.

Çocuklara yanmış oyuncaklar hediye ettiler ve kül olmuş bir gelecek sonra.

Sanırım bir tek yaşayanları kıskanıyorum şimdi. Diyarbekir'in sıcağını özlüyorum, kürtçe şarkıları özgürce mırıldandığım Gazi Köşkünü, tandır ekmeğine hayat veren annemin ellerini, babamın toprağa damlayan terini fakat artık dağa çıkan ve orada öldürülen ağabeyimin haberlerde asla şehit diye anılmayan bedeniyle aynı kaderin ortağıyız.

Dapîr'in ağıtlarıyla akıp gidiyoruz İncir deresinden. Türkiye sorunu oluyoruz. Öldürülenlerden en küçüğü olarak geçiyorum gazetelerin kanlı sayfalarına. Ölmek nasıl bir şey baba? Tecrübesizim; halka karşı büyük bir öfkeyle saldıran insanlara isim bulmak çok zor, yoksa devlet mi diyorlar zayıf görüneni ezen robota?

Öldürülmeden çok önce haberdar oldum varlığınızdan. Masalları bilirsiniz; hani şu çocukları pembe yalanlara inandıran renkli kağıtlara basılmış, göz kamaştıran şeyler; ben onların bir parçası olamadım, kaybetmekten korktuğunuz toprakların teröristi yapaylığıyla kaydoldum hafızanıza. Sizin için belki de doğmamız bile büyük tehlikeliydi. Annem dörtten fazla çocuk doğurdu diye milliyetçi insanlığınız vatanınızı bölmek için çoğaldığımızı bile iddia etti. Yani çocuk dediğiniz Türk doğunca değerliydi.

Fotoğraf: Ateş Alpar

Kimine göre özgürlük olan şey, bize sıra gelince beş para etmez yasalar demekti.

Yaşadığımız ilçeleri yağmalamaya başladıklarında divanın altına saklanıp güzel olan her şeyi hayal etmemizi tembihliyordu annem. Buna düşlemek deniyordu. Onun bunca çatışma içinde nasıl da sağlıklı kalabildiğine şaşırıyordum. Zamanla azla yetinmeyi öğreniyorduk. Az para, az ekmek, az aş, az okul ama çok sevgi. Çünkü tükenmeyen tek şey o kutsal duyguydu. Evlerin üzerine bombalar yağıyordu. Pencereden baktığınızda çok uzaklardan burnunuza kadar gelen duman kokusu, ölü sayısı olarak çıkıyordu karşınıza. Oyunlar oynadığınız sokaklar, çocukluğunuzla birlikte çalınıyordu; vücutları noksan hayal olarak kalıyordu bebekler. Çığlık seslerini duyuncaya kadar bir daha kimse ölmeyecek yalanına inandığınızı farkediyordunuz.

“Televizyona çıkacak mıyız?” diye sormuştu bapîr; kuru ekmeği kemirdiğimiz o son günlerde. Görünür olmak için yıllarını veren bu toplumun, renkli ekranda nasıl bir savaşın içinde kaybolduğunu anlatmasının mümkün olmayacağını ona ifade etmeye çalışan babamın gözlerinden akan yaşlara tanık olduğum yerde üşüyordum.

Hayatta kalıp kalamayacağınız nerede yaşıyor olacağınıza bağlıdır; ben Diyarbekir'de var olmayı seçen güzel bir ailenin en küçük çocuğuydum. Adı üstünde çocuk işte! Henüz yatağında gemi güvertesine ya da son moda bir spor arabanın üzerine uzandığına tanıklık edememiş, üniformalı adamların silahından çıkan kurşunla yok edilmiş öylesine zaro, öylesine bir can yani.

Sokağa çıkma yasağına burun kıvırmaya başladığımda annem ardımdan ağıtlar yakıyordu. Ağabeyimi dağda vurmuşlar, sonra sürüklemişler, iyi kalpli Tanrı'ya yaranmak için uğraşmışlar. Çünkü öldürdükleri bir ana-babanın buzlu cama çizdiği büyüleyici resim değilmiş. Kürtçe istenen barış, Türkçe kabul görmezmiş. İyice ayrışmışlar; cellat çekmiş iskemleyi, kırılmış boynu kardeşliğin. Biz, çevresine oturduğumuz yer masasında son lokmayı yerken, üzerimize düşen bombayla vurulmuşuz.

Onu tahtanın üzerine koydular. Yengemin dokunmaya kıyamadığı bebeğinin cansız bedenini bir başka kadın kucaklayıp, tam oracıkta, diz çöktüğü yerde ağlamaya başladı. Henüz dört aylıktı; mâceraperestlerin kurşunuyla katledildi.

Diyarbekir'de çocuk olmak, siz tüm bu yaşananlara seyirci kalıp üzülürken, öldürücü sefilliği yaşamaktır. Geleceğe acıkmaktır, doğar doğmaz terörist sayılmaktır. Yerle bir eden savaşta sistemin çarklarına sıkışmaktır.

Nasıl öldüğünü bile anlamıyorsun. Koca bir gürültü kopuyor ve tekrar bir varmış bir yokmuşla başlıyor yalancı masallar, bittiği yerden.

"Suçlu olan, günah işleyen değil, karanlığı yaratandır"

Victor Hugo


Etiketler:
nefret