06/01/2015 | Yazar: Faruk

Çok fazla para verdiği ama hiç kullanmadığı saç bakım kürünü uyguladı. Kullanma talimatında ‘dipten uçlara doğru uygulayın’ diyordu. Tebessüm etti. Hayatı boyunca birçok kez dibe batmıştı. Uçlarda yaşamıştı.

Eylül Cansın anısına...
 
Tertemiz bir sabaha uyandı o. Bedeninin her zerresinde hissedebiliyordu bu temizliği. İçinde tarif edilemez bir heyecan duyuyordu. Heyecanını bastırmaya çalışıyor, eline yüzüne bulaştırıyor; etrafa taşırıyordu. Nasıl hareket etmesi gerektiğini düşündü. Düşünemedi. Düşünmeyecekti. Uzun zamandır beklediği şeye sonunda sahip olmuştu. Gözlerini ovuşturuyor, kapatıp açıyor, aralıyor, elleriyle yokluyordu. Hayatı boyunca sürmüş olduğu yalan gerçekliğin tekrar bir gerçeklik halini alması karnındaki sessiz kelebekleri terbiye edemiyordu. Çığlık attı. Sesinin ne kadar berrak, yumuşak ve naif olduğunu fark etti o sabah. Perdeleri ve pencereleri hiç açmamıştı. Aydınlıktan pek hazzetmiyordu. İçinde zapt edemediği o heyecanlı çocuğun elini bıraktı. Abisinin çocukluğuydu bu. Çocuk gitti, kadife perdeleri sonuna kadar açtı. Kendisi ise camları araladı. O mis gibi bahar çiçeklerinin tazeliğiyle nemli toprak kokusunu içine çekti. Güneş artık saklandığı yerden çıkmaya karar vermişti. Onun mevsimi yaklaşıyordu. Bulutların, binaların, ara sokakların, perdelerin, yorganların altında saklanmayacak, herkese yüzünü gösterecekti. Aylardır, yıllardır saklanarak, sadece hayatına devam etmek için görünmesi gereken insanlara görünmüştü. Ama güneş yalnızca ara sokakları, köprü altlarını, fare deliklerini, ağaç kovuklarını, terkedilmiş binaları aydınlatmıyor; O’nun da bedeninden içeri sızarak ruhundaki karanlık misafirini amansızca kovuyordu. Bu öyle bir misafirdi ki bulduğunu değil, umduğunu yemek isteyen, evi, kanepeleri, koltukları, zemini, mutfak tezgâhını, lavaboyu ve yemek masasını toz, yağ ve pislik içinde bırakan, sorumsuz, saygısız bir misafir. Pek gideceğe benzemiyordu. Benzemiyordu da bu sabah ansızın gidivermiş, giderken bütün hazinesini O’na bırakmıştı.
 
Duş alacaktı. Su ısınsın diye musluğu açık bıraktı. Akan suya baktıkça, bu sabahtan önceki hayatını gördü.  Çocukla birbirlerine bakıp teselli edercesine tebessüm ettiler. Bu kez annesinin çocukluğuydu bu. Önce yüzünü gül suyuyla sildi. Sonra yüzüne maske yaptı. Pirinç maskesi. Kurumuş maskeyi yüzünden kaldırdığında, maskenin altındaki bebeksi teninin rengini fark etti. Hiç bu şekilde bakmamıştı kendine. Büyüleyici görünüyordu. Duş perdesini araladı. Çok fazla para verdiği ama hiç kullanmadığı saç bakım kürünü uyguladı. Kullanma talimatında “dipten uçlara doğru uygulayın” diyordu. Tebessüm etti. Hayatı boyunca birçok kez dibe batmıştı. Uçlarda yaşamıştı. Diplerden uçlara. Uçlardan diplere. Yeni bir başlangıçtı bugün.
 
Duşta uzunca kaldıktan sonra, göğüslerinin üstünden doladığı uzun havlusu ve başına doladığı saçlarını sardığı el havlusuyla çıktı banyodan. Bedeninin her noktasını özenle kuruladı. Pürüzsüzdü. Bu ipeksiliği hissetmek için kurulandıktan sonra vücuduna meyve özlü bir nemlendirici krem sürdü. Saçlarını açtı. Koyu kestane saçları, omuzlarına dökülüyordu. Saçlarını bir tanrıçanın saçlarıymışçasına savurdu ve bir tanrısallıkla dans etmeye başladı. Aynanın karşısında vücudunun kıvrımlarına hayranlıkla bakarak dans etmeye başladı. Sanki tüm hayatı boyunca yanlış bir melodiyle dans etmişti. Ama şimdi kanalı değiştirmişti, istediği melodide istediği gibi dans edebilirdi.
 
İçindeki heyecan yerini yavaşça huzura bırakıyor gibiydi. Ama arada uğramadan da edemiyordu. Artık toparlanması ve iş için hazırlanması gerektiğini düşündü. Evinde maalesef tek bir ayna vardı. O da çok küçük bir banyo aynası. Evinin daha fazla aynaya ihtiyacı olduğunu düşündü. İşten arta kalan bütün zamanını alışveriş yaparak geçirecekti. Banyoya yeteri büyüklükte bir ayna, giyinme odasına -elbiselerini kurutmak, ütü yapmak için kullandığı bir oda ve artık giyinme odası olmuştu- büyük bir boy aynası, odasına da geçen gün bir mağazada rastladığı, deniz kabuklarıyla süslü orta boy bir ayna alacaktı. Geçen hafta, hastalıktan bitkin düşmüş, gücünün son damlasını kullanıp bu aynayı alması için şımarıklık yaparken bir tokatla susturduğu çocuğun alması için ısrar ettiği bir aynaydı bu. Bu kez kendi çocukluğuydu bu. Yatağına oturdu. Çocuk, hissetmiş gibi dizlerine başını koydu, saçlarını okşadı, yanağını sevdi. Birbirlerine gülümsediler.
 
O saçını yaparken bilmem kaç dakika, fön makinesinin sesini duydu çocuk. Belki beş dakika, belki on beş. Uykuya daldırdı kendini. Biri saçlarını kurulasın, çocuk uyusundu. Onu alıp bilmediği yerlere götürüyor, içini tarif edemediği bir huzurla dolduruyordu fön makinesinin sesi. Küçük ama korunaklı bir yere. Orda ve onun öncesinde mutlu olduğunu; olmadığını anımsıyordu. O, mutlu ve vardı.
 
Elbise dolabının kapağını açmasıyla gözlerinin kamaşması bir oldu. Biraz duraksadı. Kalbinin çarpıntılarını hissetti. Çok fazla giysisi yoktu. Olanları ise ışık bastırmıştı zaten. Solmuş, ütüsüz ve özensizce bir kenara yığılmış giysilerin üstünde, dolabın içinde asılı olan, ütülü, beyaz üstüne kırmızı, turuncu, sarı, yeşil, mavi, çivit mavisi ve mor renkteki çiçeklerle bezenmiş bir elbise. Ve pencereden içeri sızan güneşe yakışacak bir elbiseydi bu. Uzun zaman kutsal bir emanetmiş gibi dolabının içinde saklıyordu bu elbiseyi ve giyeceği günü bekliyordu. Sonunda ev insanı sarhoş eden bir ışıkla dolmuş, son olarak da elbisenin içine saklanmıştı. Elbiseyi giyince ışık, kendisi olacaktı. Yine uzun zamandır sakladığı yavruağzı renkli ipek iç çamaşırlarını kutsal kutularından çıkardı ve giydi. Elbiseyi de giydi fakat arkadaki fermuarına yetişemiyordu. O sırada uykusunu almış olan çocuk, yatağın üstüne çıktı ve fermuarı kapattı. Yine yüzlerinde bir tebessüm belirdi. Dolabının içindeki giysi yığınının altındaki makyaj çantasını çıkardı. Elbisesinin ve baharın renklerine uygun, uzun zamandır yapmayı istediği makyajını yaptı. Kırmızı ruju çok seviyordu. Rujunun güneşte nasıl parlayacağını merak ediyordu. Bugün görecekti. Aynaya baktı, çok güzel görünüyordu. O kadar güzel görünüyordu ki, aynada kendini sevdi. Çocuk da O’nu sevdi,  O da çocuğu sevdi. Elini yüzüne uzattı. Pürüzsüz, yumuşacık bir tene dokunuyordu. Kendini seviyordu. Hassas bir biçimde, incitmekten korkarcasına okşuyordu yanağını. Gözlerine dokunuyordu. Küçücüklerdi. Saçları o kadar ipeksiydi ki. Dakikalarca okşadı. Döndü. Komodinin üstünden parfümünü aldı, boynuna sıktı. Siyah bal, egzotik yasemin ve zarif gül esintisi. Hem ruhuna, hem karşı apartmanın camından yansıyarak odasını aydınlatan güneşe layık. Her iki yanına da. Daha sonra hareket ederken kokusu yayılsın diye bileklerine de sıktı. Son olarak havaya sıkıp içinden geçti parfüm bulutunun. Hangi filmden gördüğünü anımsayamadığı bu hareketi çok seviyordu ve sonunda yapmıştı. Yatağının altından başka bir kutsal kutu daha karıştı gün ışığına. İçinden beyaz topuklu ayakkabılarını ve beyaz çantasını çıkardı. Muhteşem fiziğinde, tek çantası, tek topuklu ayakkabısı ve tek elbisesi onun tekliğini, özelliğini kutsuyormuşçasına odayı daha çok aydınlattı. Daha çok heyecanlandı ve biraz soluklanmak, sakinleşmek için yatağına uzandı.
 
Tavandan üstüne siyah bir su damlamaya başladı. Ne olduğunu anlamadan bütün elbisesi kirlenmişti. Bir terslik olduğunu seziyordu. En sevdiği ve ilk kez giydiği tek elbisesi suyla beraber simsiyah olmuştu. Tavan nemden çürümeye başlamıştı. Parfüm kokusu yavaş yavaş yerini ağır bir ter kokusuna bıraktı. Misafir beklemiyordu artık. Tam ayağa kalkarken ayakkabısının topuğunun kırılmış olduğunu fark etti. Beyaz çantasının deri kayışı ise kopmuştu. Sorgulayan gözlerle kapının eşiğinde duran çocuğa baktı. Cevap verecekmiş gibi durmuyordu çocuk. Babasının çocukluğuydu bu kez. Yine çocuk siyah bir duman soluyarak geldi ve O’nun göğsüne oturdu. Bütün odayı kararttı bu soluklar. O’nun başının üzerindeki hale, yavaş yavaş aşağı indi ve boynunda durdu. Gittikçe sıkılaşıyordu. Bağırmaya çalışıyor, sesini çıkaramıyordu. Çocuk, bir siluet halini almıştı ancak hafiflememişti. O’nun gözleri ise karanlığa teslim etmişti kendini. Sonunda gözlerini güç bela açabildi. Ev, nemden ve havasızlıktan daha da boğucu bir hal almıştı. Kadife perdeyi araladı, hava kapalıydı, bulutlar çok yoğundu. Geceden beri yağan yağmur, şiddetini azaltmış ince ince yağıyordu. Kalktı. Banyoya gitti. İş için hazırlanacaktı, içinde tıraş köpüğü olan küçük tası lavabonun kenarına bıraktı. Çocuğa döndü. Arkadaşının çocukluğuydu bu kez gördüğü. Çocuk eline usturayı aldı, banyodaki taburenin üstüne çıktı. Çok sessizdi her şey. Tabureden indi. O ise istediği melodide bir şarkı mırıldanıyordu. Şimdi sustu. Son gördüğü, kirli sakallı boğazından akan kanda, boğulan bir çocuktu. 

Etiketler:
İstihdam