25/03/2019 | Yazar: Gözde Demirbilek
açılmak birden her şeyi “pasparlak” yapıp tüm bunları anlamama yardımcı olmadı, bilakis kendimi bir şekilde var etmeye çabaladığım bu 10 yılda tüm bu ilişkilerden hiçbirinin “bir sonraki kademe” olmadığına yavaş yavaş ikna etti beni.
bu yazı “ölüme” ve “kayba” dair tetikleyici olabilecek ifadeler içermektedir.
anaokulu ve ilkokul dönemlerime şimdi dönüp baktığımda, baskının ve kısıtlı bilginin etkisiyle yeni açılma dönemlerinde çeşitli mücadele mekanizmalarımı nasıl doğalında işlettiğimi düşünüyorum. 13 yaşında lezbiyen olduğuma karar vermem, bu “karardan” bir süre sonra sadece kendime biseksüel olarak açılmamın bununla büyük ilgisi var ama bu yazıda 13 yaşın sonrasına değil öncesine ufak bir yolculuk yapacağız.
anaokulunda bana “aşık” olduğunu söyleyen çocukla ilgili çok az şey hatırlıyorum ama doğum günümde altın kolyeyle sınıfa gelmesi dahil olmak üzere hatırladıklarımın büyük bir kısmı annemin “seni çok seviyor herhalde” diye takılmayla karışık benden de birkaç cümle beklediği anlar. tesadüfi olmadığını düşündüğüm bu bekleme anlarını daha net hatırladığım ilkokul döneminde ise veli günleri başlangıcıyla birlikte birinden hoşlandığımı uydurmam takip ediyor. bir geri püskürtme yöntemi gibi kullanmaya başladığım bu hoşlantı uydurma işi birinci sınıfta bir çocuğun benden hoşlanması ve annesinin anneme söylemesi üzerine gerçekleşiyor. “ben ondan değil şundan hoşlanıyorum” diyiveriyorum anneme. bir süre direniyorum sorulara karşı, doğum günü kutlamaları, aile kontrolünde romantizmler, eşleştirmelerle dolu bu -şimdiden baktığımda korkunç- veli günlerinde bir süre sonra annesi güne dahil olmayan çocuklardan birinden hoşlandığımı söylemem de tesadüfi değildir herhalde diye düşünüyorum.
bu bir süre böyle giderken ikinci sene biri katılıyor sınıfa, ismi başak. başak'ın çok zeki biri olması, “sınıftaki en zeki kız” sıfatımın riske girmesiyle birlikte bir süre “yeni gelen” olmanın da etkisiyle onun star biri olduğuna ben de zamanla ikna oluyorum. bir süre sonra öğretmenin bizi arka arkaya sıralara almasıyla yakınlaşmaya başlıyoruz bu dönemde. uydurduğum hoşlantılara nazaran başak'ı o kadar net hatırlıyorum ki… zamanla birbirimizin yakın arkadaşı oluyoruz, bir süre aileleri ikna çabalarından sonra okul sonrası birbirimizin evine bırakılmalarımız da başlıyor.
kendisine dair hâlâ komik bulduğum anılardan birisi onların evinde gerçekleşiyor. zengin bir ev olduğu için gördüğüm oyuncak bolluğu şokundan bir süre kopamıyorum, gördüğüm en büyük evde yaşıyorlar ve oradan oraya sürekli evin başka bir yerinde oyun oynuyoruz. bir gün başak'ın abisinin odasında sesler duyuyoruz, kapının aralık olduğunu görüp bakıyoruz. abisinin arkası dönük ve bir şeyler izliyor. başak'a “ne izliyo” diye soruyorum “bornoz” diyor bana. başak'ın zeki ve her söylediğinin doğru olacağı inancına o kadar bağlıyım ki “nasıl yani giydiğimiz bi şey değil mi o” demeden rak diye buna inanıyorum. bugünden sonra “çıplak videoların” adının “bornoz” olduğuna inanıyorum, ta ki 2 yıl sonra bir gün kağıt bebek çılgınlığının yeniden patladığı o dönemde “ya bu elbise benim değil senin mi?” diye mahalleden kapısını çaldığım arkadaşımın içeride izlediği şeyin adının aslında “porno” olduğunu öğrenene kadar.
gel zaman git zaman sancılı yaz tatili dönemi geliyor üçüncü sınıfta. okulların açılmasına çok az kala başak'ı da çok özlemiş bir şekilde bir yandan tatilin bitmemesini bir yandan da o çok sevdiğim sosyalleşme ortamına geri dönmeyi istiyorum. annem odaya geliyor, karşıma oturuyor, “seninle bir şey konuşacağız” diyor. eşitmişiz gibi, iki yetişkin gibi oturuyoruz. “durumumuz iyice kötüye gidiyor” gibi şeyler demesini bekliyorum ama annem birden araba kazalarından söz etmeye başlıyor. bir süre hiçbir şey anlamıyorum, birilerine soruşturarak mı yapmıştı bilmiyorum ama annem uzun bir girişin ardından başak'ın yaz tatilinden dönerken trafik kazasında öldüğünü söylüyor. geçtiğimiz günlerde cüneyt özdemir'in videosunu izledikten sonra, tüm bu yazdıklarımı kendi içimde düşünüp hüngür hüngür ağlamama sebep olacak bir anı paylaşıyoruz annemle. normalde odanın dağılmasından da ani hareketlerde bulunmamdan da hiç hazzetmeyen annem “ben şimdi odadan çıkacağım, istersen ağlayabilirsin, yastıkları tekmeleyebilirsin” gibi şeyler söylüyor. annem odadan çıktıktan sonra tam da söylediğini yapıyorum, odada yastık yorgan bırakmayıp hepsinin üstünde tepiniyorum. uydurma olmayan bir hoşlantının, bir daha onu göremeyecek olmanın ilk tepkilerini veriyorum. bir süre suskunlaşıyorum, doğduğundan bu yana obur olmasıyla ünlü bir çocuk olarak sinir bozucu bir yemek krizi başlatıyorum, evde yasak olan “yemek seçmeye” dair ilk adımlarımı atıyorum. o dönem sık yapılan kuru fasulye yemeğinden tiksiniyorum, şimdilerde hâlâ yemiyorum. okullar açılıyor, sınıfta hiç kimse gülmüyor. yakın arkadaşları olarak bizler durup durup başak'ı konuşuyoruz. tarihi gereği birçok farklı kurum olarak kullanılmış okul binasında (vali konağı, hastane, okul) sürekli bodrum katta (daha önce morg olarak kullanıldığını bildiğimiz beden eğitimi salonunda) oranın başka bir boyut olduğuna, perili olduğuna (o katta kim bilir kimlerin öldüğünü düşünerek ölenlerin sihirli annem dizisinin de etkisiyle peri olduğu inancıyla) ve bir gün çok istersek başak ile konuşabileceğimize inanmaya başlıyoruz. işler iyice karışıyor, bir grup çocuk olarak dizinin, kaybın, tarihi bir binada okumanın birbirine karışmasıyla birlikte tüneller olduğuna bunların kapatıldığına belki bir gün o tünellerden geçebileceğimize hatta gizli gizli başak'ın yanına gidebileceğimize de inanıyoruz.
bu arada, başak'ın ardından sınıfça yaptığımız açıklamaların yer aldığı bandırma yerel gazetelerinden birinin üzerinde büyük puntolarla “seni çok özleyeceğiz başak” yazan sayfasının fotokopisi geçiyor elimize. bir ay önce bandırma'ya gittiğimde atılacaklar, kalacaklar diye eşyamı karıştırırken buldum o fotokopiyi. yüzlerce kez bakılmaktan, katlanan yerinin erimiş olmasına rağmen başak'ın yüzünü hep o fotokopi kağıdındaki gibi hatırlıyorum.
illüstrasyon: bianca bagnarelli
bu çocukluk travmasını anlatmaya daha fazla devam etmeyeceğim ama bir şekilde bir yerlerde görüyorsa buradan söylemek istiyorum: başakçığım, seni kaybettiğim/iz o yazdan beri dönem dönem düşünüp hem üzülüyorum hem de keşke seni özleyebilecek kadar tanıyabilmiş olsaydım diye düşünüyorum. sen benim, bir şekilde kendimi korumak için uydurduğum hoşlantılara rağmen kaybettiğim ilk hoşlantımsın. seninle pornoyu “bornoz” sandığımız ve odaya geri döndüğümüzde “iğrenç ya” diye birbirimize sarıldığımız, birbirimizi çok sevdiğimizi sürekli söylediğimiz o günleri unutmak hiç istemiyorum.
arkadaşlığın, dostluğun, hoşlantının, flörtün, sevgililiğin birbirinden ayrı olduğunu düşünmek pek mümkün değil benim için. çocukluk yalanlarından, binbir türlü gizlenme ve yeri geldiğinde apaçık olma pratiklerine tüm bu kavramları ayrı bir yere koyarak “geçirgen” olmadıkları bir yerde muhafaza etmek de duygusal olarak pek mümkün olmadı. mahalle dışında ilk karma sosyalleşme mekanı olan okulda, biraz da “evden uzak alan” açılması ile aileme ve çevreme yansıttığım tüm uydurma hislere rağmen içimde bu “romantik dostlukların” varlığı, duygusal olarak hep korumak zorunda hissettiğim çok iç bir kabukta yer aldı. romantik dostluklarla darılmalarını da kavuşmalarını da hep “büyük” yaşadım. sadece başak değil, başak'tan sonra yakınen ilişkilendiğim pek çok insana dair onları kafamda bu kategorilerden hangisine koyduğumdan emin olamıyorum. bunda, bunca heteroseksist baskının; hoşlanmanın ancak bir “kadın” ve bir “erkek” arasında olabileceğine inanmak istememenin etkisi olduğunu düşünüyorum.
belki de bu yüzden 10 yıl önce, ilk kez açıldığımda; romantlik dostluklarım, aromantik partnerliklerim, sonu bir yere varsın istemediğim flörtlerim “yanlış olan bir şeyler mi var?” diye beni düşündüren ilişkilenme pratikleriydi. birbirinden ayırmamanın “yanlış” olduğunu düşünmeme sebep olacak şekilde kendimi baskıladığım dönemden bu döneme artık ilişkinin her türlüsü için kervanın yolda düzüldüğüne arada bir yerde ikna oldum sanırım. açılmak birden her şeyi “pasparlak” yapıp tüm bunları anlamama yardımcı olmadı, bilakis kendimi bir şekilde var etmeye çabaladığım bu 10 yılda tüm bu ilişkilerden hiçbirinin “bir sonraki kademe” olmadığına inandım. arasında kapılar olan tüm bu ilişkilerde bazı kapıların ardına eşyalar dayanarak kapatıldığına da bazı kapıların ardına kadar açık olmasıyla ilişkinin bir odada bir bu odada bir bakmışsın aradaki duvarı yıktığına da şahit oldum. bazı duvarlar hep kalacak, bazıları ise varlığının gereksizliğiyle yüzleştirmeye devam edecek. bazı kapılar bir açılıp bir kapanmasıyla yolumuzu yönlendirmeye devam edecek.
“dostluk” temasının şanlandığı bu ayın bitmesine az bir süre kalmışken, ben de tüm bu ilişki biçimlerini birbirinden ayırmak ve kendiliğinden gelişen mücadele mekanizmalarıyla ilgili bir şeyler yazmak istedim. artık istesek de hislerimizi paylaşamayacaklarımıza varmayan garip bir özlem, “yaşayan birinin aklında ölümün fiziksel imkansızlığına” selam ile. hoşça kalın.
*KaosGL.org Gökkuşağı Forumu’nda yayınlanan yazılardan yazarları sorumludur. Yazının KaosGL.org’ta yayınlanmış olması köşe yazılarındaki görüşlerin KaosGL.org’un görüşlerini yansıttığı anlamına gelmemektedir.
Etiketler: