09/01/2015 | Yazar: Gözde Demirbilek

tamam hadi bende kansızlık var, mikail’de hiç mi allahsızlık yok? EVDE MONT VE BOYUNLUKLA OTURUYORUM ARKADAŞLAR, HAREKET EDİNCE RÜZGAR OLUYO DİYE HAREKETSİZ OTURUYORUM.

size bu satırları ileri derece soğuklar sebebiyle donmak üzere olan bir gözde olarak yazıyorum. ya da belki çoktan dondum ve farkında değilim, yazdığımı sanıyorum hayal falan ediyorum. her şey mümkün. yani o kadar mümkün ki iki gün önce apartmandan çıktım, gördüğüm manzara karşısında apartmana geri döndüm "şş kendine gel, tamam" falan diyerek yine çıktım. yoo. rüya değilmiş. ortalık bembeyazdı ve ben izmir’de yaşıyorum. bana buraya taşınmadan önce kimse şehrin doğan görünümlü şahin tadında olduğundan bahsetmemişti. kimse ya elazığ’da yaşıycaksın aslında ortamlarda yine izmir dersin ;))) dememişti. en azından haberim olsaydı, kendimi ona göre hazırlasaydım, belki ben kendimi hazır hissetmiyordum, neden allahım neden. tamam hadi bende kansızlık var, mikail’de hiç mi allahsızlık yok? EVDE MONT VE BOYUNLUKLA OTURUYORUM ARKADAŞLAR, HAREKET EDİNCE RÜZGAR OLUYO DİYE HAREKETSİZ OTURUYORUM. dışarda da söylediğim çayı botlarımdan içeri dökesim geliyo ısınmak için. neyse mesela şimdi evdeyim. keşke şu elektrikli sobayı içime sokabilsem, ben de içerden ısıtmalı bi insan olabilsem, bir de termostatım olurdu o zaman, termostatım kesin dışımda kalırdı, birileri sıcaklığımı sürekli aşağı yukarı çeke yükselte beni bi de teknik açıdan bozardı. ben de bozulurdum gerçekten, ortada bozulunması gereken bir şey varsa asla kaçırmam. mütemadiyen içerden bozulurum, çünkü içerden kamyona çarpmış bir murat 131 gibi kaportam çökerken dışardan bu çarpışı hissetmeyen kamyon gibi yaşamak benim boynumun burcu. (yükseleni de ne olursa olsun -2 canım kalsa da "deme öyle arkadaşım senin canın sağ olsun")
 
biraz durgunum bu dönem. bu dünyada insan olmayan iki şeye karşı pervasız bir karşı koyamaz etkilenme halim vardır. biri kokudur diğeri fotoğraftır. şimdi biraz fotoğraflarla ilgili konuşmak isterim, kokulara dair de konuşuruz bir ara. size market reyonlarında kokusu dışına taşmış bazı yumuşatıcıların bana bazı evleri nasıl hatırlattığından, nasıl ebru gündeş gibi devrilivermek üzere olduğumdan ya da sokakta yürürken, pazarda meyve seçerken, metroya koşarken duyduğum bazı parfüm kokularıyla nasıl günümü gündemden 7 kat aşağı çektiğimden falan bahsederim vaktiyle. ama şimdi fotoğrafın üzerimdeki etkisinden konuşmak istiyorum. fotoğraf bir ânı ölümsüzleştirmekten ziyade o ânı her an canlanabilirmiş gibi diri tutuyor. ikisinin arasındaki fark ne diyeceksiniz, bir şeyi ölümsüzleştirmek yaşıyor kılmak değildir çoğu zaman diyebileceğim ben de. fotoğraflar yaşıyor, nefes alıyor, nefes almasalar unuttuğumuz köşelerde yaşlanmazlar renkleri solmaz zamanla. ama oluyor. elimizle geçmişten yaşayan bir şeyi tutmamızı sağlıyor yani, çünkü geçmişimizden gelen her şey her zaman yaşıyor durumda da olmuyor. artık ölmüş ve her nasıl olduysa önemini yitirmiş (öldükten sonra önem yitirmek öznesi insan olmaktan çıkınca çok normal görülmüş, misal bir ütü bozulduysa ölüdür ve önem yitirir, oysa insanlar bozulduktan sonra birden önem taşıyor, garip bi’ dünya) eşyalarımız olabiliyor. (yani sizlerde olduğunu gördüm, bende insandan kalan bir şeyler önemini hiç sıfıra çekmez, belki ona olan rağbetim azalmıştır yalnız, azalması icap etmiştir, rağbetim yaşamda tutunma ve iyi hissetme isteğimin önüne geçmiştir, ben de ona bakarak önemini bölmemiş rağbetimi azaltmışımdır) böyle işte. fotoğraflara karşı rağbet peşkeşi çekmeye gerek kalmıyor, onlar yaşıyor oluşlarıyla zaten birçok işi kendi kendilerine halledebiliyor. bir de hani bazen bi şeyi gözümüzle görüyoruz, sonra elimize fotoğraf makinesi ya da telefon alıp o kareyi çekip çektiğimize baktığımızda gördüğümüz şeyin netlikten ve ışıktan bağımsız bir biçimde o olmadığını fark ediyoruz ya. hani bazen öyle şeyler oluyor ya. (sağlık olsun, hahaha iyice battı balık yan gider ne olursa olsun artık’a bağlamak)
 
ay aman neyse, durgunluğumu bir kenara bırakacak olursak artık söylem kavgamı mutfakta yürütüyorum. bu söylemi yaygınlaştıran arkadaşlarıma karşı bunca zaman politik doğrucu çizgimden çıkmamak için sustum ama beni 2015’te de üzen konulardan biri mor soğana kırmızı soğan denmesi resmen rengi inkar var ortada sinirlerim bozuluyor aynı insanlar mor lahanaya da kırmızı lahana diyorlar arkadaşlar ne demek kırmızı soğan yedikten sonra bi bak bakalım eline kırmızı mı mor mu bunu da ben mi diyim çok üzülüyorum yeter lütfen 2016’da bu söylem yasaklansın güçlü kalamıyorum. kalamıyorum. (nutuk yöntemiyle mutfak aktivizmiyle ilgili temel kavramlar ve yanlış bilinenler adında bi kitap yazacağım, benim de "2014 yılı her cumartesi günü evimden pazara çıktım" diye başlamayı hak eden kitap girişimlerim var)
 
size bir incelemeli tanıtım yazısı yazmaktı aslında bu hafta niyetim. ama incelemenin ilk iki paragrafından sonra kendimi birden kendi hayatımdan bahsetme isteğinin belirivermesi ve akabinde “sanatçı bu eserinde kadının ev yaşamına ajite eden bir yerden giriş yapmış ben de bu satırları yazarken bi yandan bulaşık yıkamak için suyun kaynamasını bekliyorum, kısa mm slim içiyorum” gibi nereye gittiği belli olmayan bir paragraflar yazmaya başlayarak kaybettim. oluyo, oluyo. özellikle burada yazdığım yazılarda kendimden bahsetmek istiyorum. ANLTSNA BiRZ NDN BN :))) özeti taşısın istiyo yazılarım çok mu arkadaşlar... çünkü "beni hemen anlamalısın, çünkü ben kitap değilim. çünkü ben öldükten sonra kimse beni okuyamaz, yaşarken anlaşılmaya mecburum." böyle işte. (benim de canım sağ olsun ya bence)
 
sizi üzdü mü bilmem açtı laleler beyaz onur özdemir’in altın zincirli onurr’a dönüşmesi beni sırtımdan bıçaklanmışa çevirdi. kurtlu kuyu’yu yazan insanla nerdesin aşkım’ı yazan insanın aynı insan olduğuna inanmak istemiyorum. keşke "sakin neden dağıldı ya" üzüntümüzle kalsaydı bu olay bu kadara varmadan. size sakin’in sakin olduğu zamanlardan bi parçayla veda etmek istiyorum. "hoş senin de bir varoluş sebebin var, yakından uzaktan alakam olsa mutluyum" http://www.youtube.com/watch?v=ho7NBjwcKoQ 

Etiketler:
İstihdam