13/01/2014 | Yazar: Rahmi Öğdül

Ellerimizi, deliklerden çıkarıp bir kullanabilsek ve dokunabilsek doğaya ve birbirimize!

Ellerimiz maymun tuzaklarında hapsolmuş; ellerimizle birlikte bedenlerimiz de. Deliğin mekânı dışında bir başka mekân bilmiyoruz neredeyse. Sistemin ayrıştırıp sosyal kutulara yerleştirdiği bedenler, maymun tuzaklarının içindeki nesnelere sıkıca sarıldıkları için ellerini de kullanamıyor artık. Oysa insanın evriminde elin çok büyük katkısı var. İki ayak üzerinde durmaya başlayan atalarımız elleri serbest kalınca üretmeyi ve yaratmayı keşfetmişler ve elleriyle inşa etmişlerdi kendilerini. Engels’in 1876’da yazdığı ama ancak 20 yıl sonra yayınlanan “İnsansı Maymundan İnsana Geçişte Emeğin Rolü” adlı broşür, insan gelişiminde elin önemini vurguluyordu: “Elin, konuşma organının ve beynin, yalnızca tek bir bireyde değil tüm toplumda birlikte çalışmasıyla, insanoğlu çok daha karmaşık işlemleri yapabilir hale geldi.” Alet yapımı ve kullanımı elin daha da rafine bir hale gelişini ve gelişmesini sağlamıştır, yani el, emeğin hem bir “organı” hem de bir “ürünü”dür (John Pickard, www.marxist.com).

Ellerimiz maymun tuzaklarında kullanılmaz hale gelince, karmaşık işlemleri bizim adımıza artık iktidar yapıyor. Bizden sadece maymun tuzaklarındaki nesnelere sıkıca sarılmamız isteniyor; ellerimizi deliklerden çıkarmamızın ve doğaya ve topluma dokunmamızın ne denli tehlikeli olduğunu yakın tarihimiz göstermişti iktidara. Ağaçlara ve birbirine dokunan insanlar erklenince, karmaşık işleri üstlenerek kendini tepeye yerleştiren ve dolayısıyla konumunu meşrulaştıran iktidarı geçersiz kılmışlardı çünkü. Devlet büyüklerimiz ne diyor?: “Herkes kendi işini yapacak!” Yani herkes kendi deliğindeki nesnesini sıkıca tutacak; sakın elinizi delikten dışarı çıkarıp başka şeylere dokunmayın.

Oysa ellerimizle dokunarak, dokuyarak kuruyoruz mekânlarımızı. Ayrışık gibi duran mekân kırıntılarını ellerimizle ilişkilendirerek, daha önce bağlantısız gibi duran kırıntılardan iktidarı korkutan mekânlar yaratabiliyoruz. Kentin içindeki bir mekân kırıntısından, ağaçlara ve birbirimize dokunarak, bu coğrafyanın isyanlar ve ütopyalar tarihinde şimdiden yerini almış direniş mekânını, Gezi Parkı’nı yaratmadık mı? Bu mekân bir kâbus gibi iktidarın gece ve gündüz düşlerinde yer etmiştir artık. Sürekli kontrol altında tutulacak bir isyan ve ütopya mekânı.
 
Sinemada elleri en güzel görüntüleyen yönetmenlerden Robert Bresson da mekân kırıntılarını eller aracılığıyla birleştirerek kendi film mekânını kurmuştu. “Bresson’da bütünlüklü mekânlar hemen hemen hiç yoktur. Aksine, bağlantısız mekânları vardır onun: köşede bir yer, hücre gibi…  bir dizi küçük mekan kırıntısı, mekan parçacıkları… bağlantıları ise önceden belirlenmiş değildir” diye yazıyordu Deleuze ve soruyordu: “Bu görsel küçük mekân parçacıklarını önceden belirlenmediği halde birbirine bağlayan nedir? İşte Bresson’da ellerin rolü buradan geliyor: kenardaki el. Bresson mekânlarının parçalarının birleştirilmesi – bunlar bağımsız küçük mekân parçacıkları olduğundan – ancak el ile yapılabilir. İşte Bresson’da elin yüceltilmesi bundandır” (İki Konferans, Norgunk Yayıncılık).
Ellerimizi, deliklerden çıkarıp bir kullanabilsek ve dokunabilsek doğaya ve birbirimize! İktidarın verili olarak, durmadan tepeden tasarladığı mekân kırıntıları içinde hareket ettiğimizi bir fark edebilsek! İlişkisizliğin mekânlarını yaratıyor iktidar. Birbirine dokunmadan paralel olarak sonsuza doğru akıyoruz otoyollarda ve ellerimiz makinenin bir parçasına dönüşüyor. Kalın kaportalarının içerisine tıkılmış halde özgürce dolaştığımız yanılsamasına kapılıyoruz. İnsanları bir yere kapatan disiplin toplumundan, özgürce dolaştıkları sanısına kapıldıkları denetim toplumuna geçişi en iyi gösteren otoyollardır. Şöyle özetliyor Deleuze: “insanlar otoyollarda sonsuza kadar “serbestçe” dolaşırlarken kapatılmış olmuyorlar ama kusursuz şekilde denetleniyorlar. İşte geleceğimiz bu.”

Geleceğimiz bu olmamalı. Ellerimizin bizi denetleyen, sınıflandıran makinelerin parçasına dönüştüğü bir gelecek beklememeli bizi. Eller her zaman denetimden kaçmanın yollarını bilmişlerdir. Ve iktidar düzeni bozmamak için ellerimizi masanın üstünde tutmamızı öğütlerken kendince haklıdır: “Sofra adabı bakımından ellerimizi masanın üstünde tutmak mecburiyetinde olduğumuzu unutmamak lazım gelir” diye hatırlatıyordu bize, ‘Sofra Tanzimi ve Adabı’ kitabı yazarı Ekrem Muhittin Yeğen (1963); masanın altındaki ellerin nelere muktedir olacağını bilemiyoruz çünkü. İktidarın denetiminden kaçan ellerimizle mekân kırıntılarından isyanın ve umudun mekânlarını yaratabilir ve yeryüzünü “Güneşin Sofrası”na dönüştürebiliriz.

Etiketler:
nefret