19/07/2014 | Yazar: Hande Öğüt
Eşcinsellere ya da eşcinselliğe karşı duyulan irrasyonel nefret, korku, hoşnutsuzluk ve ayrımcılık olarak tanımlanan homofobi, öznel bir korku ya da tek kökeni olan bir süreç değildir, maddi ve yapısal bileşenleri vardır.
Fobiler, toplumsal değil bireyseldir. Oysa eşcinsellere ya da eşcinselliğe karşı duyulan irrasyonel nefret, korku, hoşnutsuzluk ve ayrımcılık olarak tanımlanan homofobi, öznel bir korku ya da tek kökeni olan bir süreç değildir, maddi ve yapısal bileşenleri vardır.
Kaos GL Dergisi, “Queer ve Psikanaliz”, 136. sayı, Mayıs-Haziran 2014
Freud’a göre fobiler, “anksiyete histerisi”yle yakından ilişkilidir. Anksiyete histerisinde fobiler, sonsuz bir önlemler, engellemeler veya yasaklar zincirini içeren kaygıya karşı “savunma yapıları”dır. Korku yaratan durum ya da nesneyle karşılaşıldığında görülen anksiyete belirtileri kişiye özel, ruhsal ve bedensel sıkıntılardır.
Fobiler, toplumsal değil bireyseldir. Oysa eşcinsellere ya da eşcinselliğe karşı duyulan irrasyonel nefret, korku, hoşnutsuzluk ve ayrımcılık olarak tanımlanan homofobi[1], öznel bir korku ya da tek kökeni olan bir süreç değildir, maddi ve yapısal bileşenleri vardır.
Homofobi kavramını ilk kez, Amerikalı psikolog George Weinberg, “Toplum ve Sağlıklı Homoseksüel” (1972) adlı çalışmasında kullanmıştır. LGBT dostu olarak tanınsa da Weinberg, kavramı Yunancadaki “aynı” ve “korku” kavramlarından hareketle, heteroseksüellerden farklı bir cinsel yönelimi olanlara yönelik akıl dışı korku olarak tanımlamaktan yani eşcinselliği korku üzerinden bir patolojiyle açıklamaktan kurtulamamıştır.
Bir kavram olarak homofobi, genel olarak eşcinsellerden korku duyulması anlamında kullanılmakla birlikte herhangi bir kişinin, kendisinin ya da bir başkasının eşcinsel duygular hissedebilmesi durumunda yaşadığı derin korkuyu da tanımlar. Lezbiyen şair Audre Lorde’un ifadesiyle homofobi, “kişinin kendi cinsinden birine karşı duyduğu aşktan korkması ve bu yüzden başkalarında bu duyguyu gördüğünde nefretle karşılaması”dır.
Askeri diktatörlükler ve dini fundamentalizmi benimseyen ülkeler başta olmak üzere dünyanın pek çok ülkesinde eşcinsellik hep bir başkasının hastalığı, günahı, suçu olarak tanımlanmıştır. Ulusun saf varlığını kirleten yıkıcı bir unsurdur.[2] Homofobi tarihi, heteroseksüel norma uymayan bireylere uygulanan şiddete, cezalara, aşağılama ve suçlama politikaları ve uygulamalarıyla doludur. Homofobi çok çeşitli şekillerde işler ve tezahür eder, belirtileri ve sonuçları da, diğer “masum” fobilerdeki gibi kolay tedavi edilemez; kalıcı ve yaygındır.
Elisabeth Young-Bruehl, The Anatomy of Prejudices’ta cinsiyetçilik, ırkçılık, antisemitizm ve homofobiyi başlıca önyargılar olarak kategorize eder. Yaptığı homofobi çözümlemesinde üç farklı homofobik karakter tipi ortaya çıkmıştır; histerik, narsisistik, saplantılı. Histerik önyargı, nefret edilen kişileri “öteki, aşağı ve cinsel açıdan tehdit edici kişiler” olarak yorumlar; narsisistik yargıdan mustarip kişiler “kendilerine benzemeyen” insanların varlığına tahammül edemezler. Saplantılı tutumun ayırt edici özelliği ise eşcinselliği kirli, yozlaşmış ve kadınlaştırıcı bir şey olarak görmektir. Maddi güç ve AIDS’le bağdaştırılır. Bu nedenle dünyanın gey erkeklerden temizlenmesi gerekmektedir.
Freud’dan itibaren psikanalizin de düşüncesi çok farklı değildir. İskoç Okulunun kurucusu William Ronald D. Fairbarin, eşcinsellerin psikoterapiyle tedavilerinin sonuç vermeyeceğini çünkü “psikopat” olduklarını ileri sürerek, toplumdan ayrı özel kamplarda rehabilite edilmeleri yolunda öneriler ve teoriler ortaya atmıştı. Politik/dinsel homofobinin günümüzdeki önemli sözcülerinden Amerikalı psikanalist Charles W. Socarides’in kuramı ve “tedavi önerileri” de ondan farksız değildir. Bu bakış açısına göre eşcinseller günahkâr, hasta, suçlu, kirli, sapıktırlar, doğal değildirler, vatansever değildirler, aileyi devleti, düzeni, insanlığın geleceğini tehdit ederler!
Psikanaliz, eşcinsellikle ilgili egemen toplumsal yapı ve kısıtlamalarda sık sık suça iştirak eder görünür ve klasik psikanaliz metinlerinde, Freud’un erken dönem eserlerinden itibaren, bu yönde kesin kanıt vardır.[3]
Cinsellik Teorisi Üzerine Üç Makale’de (1905) eşcinselliğin (ya da” sapkınlığa eğilimin”) bütün psikonevrozların zorunlu bir özelliği olduğunu iddia eden Freud 1920’lerde bunun “herhangi bir eşcinsellik teorisi üzerinde belirleyici etkisi” olması gerektiğini ekledi. Freud ve onu izleyenlere göre, eşcinsellik, her zaman kendi içinde terapi gerektiren bir patoloji olarak teşhis edilemese de, histeriden melankoliye, melankoliden paranoyaya çeşitli zihinsel hastalık formları için hazır bir araç olarak görülmüştür.
Andrew Webber, Freud ve meslektaşlarının psikanaliz projesini tüm ayrıntısıyla ele almada eşcinselliğin çok önemli bir rol oynadığından söz eder ki doğrudur. Eşcinsellik erken dönem psikanalitik literatürün en önemli metinlerinin çoğunda da kilit bir öğedir. Hatta psikanalizin kökenleri, bir bakıma, homoerotik dinamikler, erkekler arası erotik bağlılıktan doğmuş bir bilginin yaratılması, onun tarafından şekillendirilmiş olmak diye kabul edilebilir. Freud’un bilimsel teorileri, Berlin kökenli doktor Wilhelm Fliess tarafından biçimlendirilmiştir; iki adam arasındaki yoğun duygusallıkta, bilimden ziyade aşk eylemlerinin ürünleri ön plandadır.
Ancak Freud’dan yıllar sonra, psikanaliz alanında onun düşüncelerini eşcinsel erkeklerin ruhsal ve cinsel yaşantılarını açıklamak için kullanmak söz konusu olmamıştır.
Freud’dan sonra psikanalitik kuram ve kurumlar, içerdikleri cinsel moralizm ve homofobiyle eşcinsel yönelimin etiyolojisinin patolojik olduğu düşüncesiyle işe koyuldular ve geylerin yaşadığı bütün sorunları bu patolojiye göre ikincil olarak gördüler, hatta hiç göremediler.
Psikanaliz alanında eşcinselliği bir hastalık olarak tanımlamak için uzun yıllar süren çabayı belgeleyen Kenneth Lewes başta olmak üzere homofobiyi aşmış modern psikanalitik anlayışın öncüleri Lynn Friedman, Richard Isay, Roy Schafer ve Judd Marmor, eşcinsel olmayan bir terapistin bilinçli veya bilinçdışı homofobik önyargıdan arınmadığı takdirde içsel ve dışsal homofobinin üretilmesine yardımcı olacağını özellikle vurgulamışlardır.
Kendi eşcinselliğiyle psikanaliz ve psikiyatrinin homofobi ve heteroseksizmi nasıl aşabildiğine ilişkin öğretici bir örnek olan Amerikan Psikiyatri Birliği ve Amerikan Psikanaliz Akademisi başkanlarından Marmor, homofobik önyargıları aşamayan terapistlerin hastanın kendini-reddedici duygularını pekiştirme risklerine dikkat çekmiştir.[4]
Eşcinselliğin patolojik etiyolojisini zorunlu kılan psikanalitik kuramlar ve patolojik olmayan eşcinsel nesneyi tasavvur edemeyen analistler, Paul E. Lynch’e göre eşduyumdan yoksun erken dönem çevreyi analiz içinde tekrar yaratarak, cinsellikle sevecenliği birbirinden ayıran utancı arttırırlar. Ancak cinsel yönelime karşı gerçek bir tarafsızlık/nötralite sağlandığında utanç analiz edilebilir ve cinsellikle sevecenlik arasındaki engeller, sevginin ve seksin daha fazla bütünleşmesine müsaade edilerek, azaltılabilir.[5]
Psikanaliz, tarihsel ve coğrafi yelpazesi içerisinde, gey ve lezbiyen cinselliklerini tanımada oldukça muğlâk formlar yakalamıştır. Ortodoks psikanaliz, toplumsal cinsiyet üzerinde çalışırken olduğu gibi, cinsellik alanında da alternatif modellerin belli biçimlerde kendini açığa çıkarmasına izin verirken, aynı zamanda bu tip modellerin meydan okuyacağı patriarkal teamüllere bağlılığını korumuştur. Freud’la birlikte kadın eşcinselliği de irdelenmekle birlikte lezbiyenlerin kadın olmalarından dolayı bu mesele erkek eşcinselliği kadar kurcalanmamıştır. Hele ki lezbiyen kadınların ruhsal ve cinsel sorunları, kadın zaten ancak erkek ile birleşirse tümlenecek, penisten yoksun eksik bir nesne, olarak görüldüğü için çok uzun yıllar psikanalizin konusu olmamıştır. Lezbiyen kadının cinsel hazları üzerine pek fazla söylem üretilmeyişi, kadın-erkek ayrımı üzerinden cinsel farklılığın göz ardı edilmesidir. Elin Diamond cinsel farklılığın cinsiyetler arasındaki çatışmalar ile eşanlamlı bir ifade olarak değil de, cinselliğin kendi içindeki farklılığına olası bir gönderme olarak algılanması gerektiğini, zira cinsel farklılığın toplumsal cinsiyet kimliğinin iki kutuplu karşıtlıklarının dengesini bozan bir unsur olduğunu belirtir.
19. yüzyılın başlarında psikiyatrlar, lezbiyenliği gelişimsel bir bozukluk olarak görüyorlardı ve heteroseksüelliğe dönüştürmek psikoterapinin en temel amacı olarak düşünülüyordu.
Freud, Three Essays on the Theory of Sexuality’de kadın eşcinselliğini “tersine dönmüşlük”, “tersyüz olmuşluk” şeklinde tanılamlarken Richard von Krafft-Ebing’in etkisiyle “erkeksi lezbiyen”, tehlikeli, arsız “wo-men” (bela insan, felaket erkek) olarak damgalandı. 1912’deyse Alman hekim A. Von Moll kadınları özgürleştirmeyi, kadınları “erilleştirmek”le, doğurganlıkta bir gerilemeye ve bir cinsellik sapmasına yol açmakla suçladı.
Freud lezbiyenle ilgili ilk detaylı çalışmasında (Psychogenesis of a Case of Homosexuality in a Woman, 1920), anne saplantısı, penise karşı kıskançlık ve anne ilgisizliğinin kadının cinsel yöneliminin gelişimine katkıda bulunduğunu varsayarak lezbiyenliği Oedipus kompleksinin yetersiz çözünmesinden kaynaklanan bir anormallik olarak tanımlamıştır. Hemen ardından, On Female Homosexuality (1932) başlıklı makalesinde Deutsch, lezbiyenliğin daha patolojik bir görüntüsünü sunmuş, 1954’de ise Caprio lezbiyenliği narsistik bir "otoerotizm uzantısı" olarak yorumlamıştır. Diğer kuramcılar klitoral takıntı, erkeklere olan korku, ırza geçme ve ensesti içeren cinsel suistimaller ve ebeveynlere karşı hissedilen çelişik duyguların lezbiyenliğe katkısı olduğunu ileri sürmüşlerdir.
Eşcinsellik ve lezbiyenlik terimleri aynı değildir. Gay sözcüğü gibi eşcinsel terimi de erkeklerle kadınların pratiklerini aynı düzleme yerleştirme sakıncası taşımaktadır. Oysa bu pratikleri yaşayan kadınlar ve erkekler, patriyarkal sistem içinde yapısal olarak çok farklı yerleri işgal ederler. Bir erkek seçen bir erkek, aynı zamanda istese de istemese de bir iktidar konumuna sahip olan ya da olmuş olan birini seçmektedir. Bu özgüllük geylere kendi kendileri hakkında güçlü bir olumlama (gay pride) sağlar. Bir kadının bir kadını seçmesi çerçevesindeyse kimi kez “continuum lesbienism” söz konusudur; cinsel ilişki olmadan yaşanan sevgi ve arkadaşlık ilişkisiyle bizatihi cinsel ilişkiler arasında net sınırların yokluğu…
Adrienne Rich’in feminist eleştiriye kazandırdığı lezbiyen süreklilik [6] fikrine bağlı kalan Fransız psikanalist feministleri, onu cinsel farklılık ve “ecriture feminine” (dişil yazın) teorileriyle ayrıntılandırmış ve dişil bir özgüllük tartışmasına dönüştürmüştür. Luce I rigaray, karmaşık anne/kız ilişkisi kalıplarının lezbiyen ilişkiler ve onları bildirmek için bir metafor olarak kullanılmasını önererek, lezbiyen ilişki ve arzuların temsilinin, eril tanımlara temel bir başkaldırı olduğunu ifade eder. Bir başka Fransız yapısökümcü Helene
Cixous’ya göre, bir kadına duyulan aşk dahil olmak üzere dişil cinselliğin izleri, bütün cinselliğin matrisi olan anneye kadar uzanır. Cixous’da hayli estetize edilmiş erotiğin etkisi sonucunda lezbiyen, bir özne pozisyonu olarak belirmez; bu konumu dolduran, dişil homoseksüel kadındır. Kristeva ise bir kadının dildeki göstergesel ifadelerini anneye, anaç olana dönüş ve söylemsellik öncesi bir eşcinselliği imlediğini öne sürer; eşcinsel arzu yatırımına ulaşmak ancak şiirsel dil ya da doğurma edimi gibi simgesel dahilinde onaylanan yer değiştirmeler üzerinde mümkündür:
“Kadın doğurarak annesiyle temasa geçer, kendi annesine dönüşür, kendi annesidir, ikisi de aynı sürekliliğin kendini farklılaştırmasından ibarettir. Böylece kadın anneliğin eşcinsel yönünü gerçekleştirmiş olur, bu da onu aynı anda hem içgüdüsel belleğine daha yakın, hem kendi psikozuna daha açık, hem de dolayısıyla toplumsal, simgesel bağa karşı daha değilleyici kılar.”
Noreen O’Connor ve Joanna Ryan, patolojikleştirici yorumların, lezbiyen ve gey hastalarla çalışmanın yol açtığı anksiyetelere karşı savunma işlevi gördüğünü öne sürerek bunun yerine, psikanalitik pratikler dahilinde lezbiyen arzuların toplumsal, tarihsel ve kültürel çeşitliliğinin tanınmasının gerekliliğini savunurlar. Herhangi bir özcü anlamda belirli özellikleri paylaşan lezbiyen cinsellikler mefhumuna itiraz ederler. [7]
Lezbiyenlik, yalnızca arzu ile sınırlandırılabilecek psikolojik ya da cinsel bir kavram değildir. Lezbiyenlik diğer kadınlarla sadece biyolojik yahut psikolojik deneyimlerin benzerliğine dayalı bir ortaklığı değil, evrensel anlamda bir adalet anlayışından doğan ve tüm düşünce veya varoluş biçimlerinin altında yatan cinsiyet sınıflandırmasının yok edilmesini öngören politik bir bağlılığı ima etmektedir.
Heteroseksüel sistemin normlarıyla cinselliği denetlenemeyen lezbiyen, çoğunlukla görmezden gelinmekte ama bu benzersizliği ile en büyük korku unsurlarından biri olmaktadır.
Mary Lynne Ellis, kategorilerin fazla keskin hatlarla çizildiğine ve homofobik tutumların sürekli yer değiştiren karmaşıklıklarını yeterince hesaba katmadığına dikkat çekmektedir.[8] Nitekim homofobi kendisini her zaman ölüme kadar varan fiziksel şiddet, aşağılama ya da yok sayma ile göstermez. Sadece eşcinsel erkeklere yönelik değildir; erkeklerin içlerindeki “kadınsılığı” aşağılayarak aynı zamanda kadınları da aşağılar ve lezbiyenlerden de hoşlanmaz. Gayle Rubin’in gözlemlediği gibi, insan cinselliğinin eşcinsel bileşeninin bastırılması ve bunun sonucunda eşcinsellere yapılan baskı, kuralları ve ilişkileriyle kadınları da baskı altında tutan sistemin bir ürünüdür. Patriyarka, cinsiyetçilik ve homofobi birbirleriyle işbirliği içerisinde bulunarak farklı yollarla açığa çıkarken, heteroseksizm bu işbirliği yoluyla ontolojik zeminini sağlamlaştırmakta ve heteroseksüelliği tek ve alternatifsiz norm olarak dayatarak diğer cinsel yönelimleri dışlamaktadır. Doğallaştırılmış bir toplumsal cinsiyet kimliği ile doğal olduğu varsayılan cinsellik biçimleri özdeşleştirilmektedir. Eşcinsel erkeklere kadınsılık, lezbiyenlere erkeksilik atfetmek bu doğallaştırmanın sonuçlarıdır.
Nancy Chodorow kendi yaklaşımını Ortodoks psikanalizinkinden ayırırken şöyle der: “Yetişmekte olan eşcinsel erkek çocuklar kadınsılaştırılır, sanki ancak bir erkek kadınsı olursa arzulanabilirmiş gibi… Fanteziler ve davranışların sunduğu kanıtlar toplumsal cinsiyet ile cinsellik arasındaki bağı çözdüğü halde, psikanaliz teorisi çoğunlukla bunların birliğini varsayar.”[9]
Böylelikle toplumsal cinsiyet, cinselliği denetlemenin bir aracı haline gelir. Homofobi, eşcinsellere, tahribata uğramış, başarısız olmuş bir toplumsal cinsiyet atfederek yani eşcinsel erkekleri kadınsı, lezbiyenleri erkeksi olarak adlandırmak suretiyle iş görür.
Eşcinselliği patoloji, kadını eksik olarak gören Freudyen psikanaliz, psikanalitik feministler, Fransız feministleri ve lezbiyen feministlerce 70’lerden bu yana eleştirilmeye, karşı kuramlar geliştirilmeye devam ediliyor. Simone de Beauvoir, Eva Figes, Shulamith Firesotone, Juliet Mitchell, Kate Millet, Ti-Grace Atkinson, Helene Cixous, Luce Irigaray gibi psikanalist ve kuramcıların Freudyen psikanaliz kuramına getirdikleri eleştirilerin ortak noktaları, kadını özsel olarak pasif, narsisist ve bağımlı, ters yönelimleri norm dışı ve hastalık olarak tanımlamasıdır.
Klasik ve ana akım psikanaliz kadın psikolojisini de eşcinsel psikolojisini de patriyarkanın çözümlemesi içinde ele alarak gözlemlerini erkek egemen bir toplumda yapmakta ve heteroseksüel toplum düzeninin lisanını kullanmaktadır.
Eşcinselliğin saptığı norm heteroseksüel olma normudur. Freud’un fobilerin oluşumunda “dışsal” bir tehdidin önemini ve özellikle iğdiş edilme tehdidini vurgulamak amacıyla Oidipus kompleksini kuramsallaştırışı, heteroseksüelliğin hâlihazırda kurulmuş olduğunu farz eder; açıklama iddiasında bulunduğu şeyi önvarsayar. Toplumsal cinsiyetin anlamını kendi pratiğinin önvarsayımlarıyla sınırlandıran her kuram, dışlayıcı toplumsal cinsiyet normları oluşturmaya mahkûmdur ve çoğu kez homofobik sonuçlar doğurur.
Psikanalitik kuram, feminist eleştiri ve LGBT eleştirisi için çok önemlidir. Ancak psikanalist yaklaşımı benimseyen feministler, bütün kadınları erkeklerden “başka”, ancak birbirine benzer olarak ele almakta, farklı kültür, sınıf ve toplumlardaki kadınların yaşam deneyimleri, duyguları ve psikolojilerini görmezlikten gelmektedirler. Yanı sıra kadınların ve eşcinsellerin tabiyetinin kökenini yalnızca psişik yapılarda aramak ya da bulmak yetersiz bir yaklaşımdır.
İçsel ve dışsal homofobiden kurtulmak, nefret cinayetlerini, şiddeti ve ayrımcılığı önlemek için, heteroseksizmi zorunlu varoluş biçimi olarak yasalaştıran patriyarkayı aşındıracak politikalar geliştirmeli; kapitalizm, sömürgecilik ve ırkçılık karşıtı yapıları, feminizm ve LGBT örgütleriyle birleştirecek koalisyonlar ve klasik psikanalizin diline alternatif bir dil oluşturmanın imkânlarını aramak zorundayız.
Açıklamalar:
[1] Türk Dil Kurumu sözlüğünde “homofobi” kelimesi bulunmuyor. Dil Derneği Sözlüğü’nde ise homofobi, “eşcinsellik korkusu” olarak tanımlanıyor.
[2] Cinsel Çeşitlilik/Yönelimler, Politikalar, Haklar ve İhlaller, Vanessa Baird, çev. Hayrullah Doğan, Metis, 2004.
[3] Andrew Webber “Psikanaliz, Eşcinsellik ve Modernizm”, Gey ve Lezbiyen Yazını içinde, Ed. Hugh Stevens, Çev: Kıvanç Tanrıyar, Sel Yayıncılık, 2011.
[4] http://www.kaosgl.com/sayfa.php?id=528
[5] Paul E. Lynch, “Bazı Eşcinsel Erkekleri Anlamak İçin Freud’a Geri Dönmek”, Çev: Murat Yüksel
Kaos GL, 18.09.2008.
[6] Radicalesbians’ın önerdiği “kadın kimlikli kadın” deneyimin bir çeşidini içeren “lezbiyen süreklilik” kuramına göre başka kadınlara cinsel ilgi duymayan kadınlar da, patriyarkaya karşı mücadele etmek, aralarındaki bağları güçlendirmek için kendilerini politik lezbiyenler olarak görebilir.
[7] “Hastamız Homofobi”, Mary Lynne Ellis, Cogito/Cinsel Yönelimler ve Queer Kuram içinde, sayı: 65, 2011.
[8] Mary Lynne Ellis, a.g.e.
[9] Aktaran: Gülnur Acar Savran, Beden Emek Tarih: Diyalektik Bir Feminizm İçin, Kanat Kitap, 2009.
Etiketler: