27/10/2015 | Yazar: Narin Yükler

Cemile bu türden sıkıntılara yabancı değildi, fakat böylesini ilk defa görüyordu.

I.

Güneşin son ışıklarının evleri bakır rengine boyadığı bir gündü…

Taş avluda giderek artan bir telaş görünüyordu. Kadınlar bir taraftan sacdaki ekmeklerin yanmasını engellemek için çevirirken bir taraftan da ağlaşan çocuklara teselli niyetinde bir parça ekmek uzatıyordu. Havanın kararmaya başlaması, hazırlıkların alelacele bitirilmesi gerektiğinin belirtisiydi. Bu nedenle herkes adımlarını sıklaştırıyor, biri, pişen ekmekleri mutfağa götürürken bir diğeri kül olmaya ramak kalmış ateşe su döküyordu.

Cemile, taş avlunun sağındaki merdivenin altında çocukluğundan beri kullanılan kuyudan su çekerek sofraya götürdü. Yengesi, sofranın son hazırlıkları tamamlamış, yerine oturmuştu.

 ‘’Çok mu özledin buraların suyunu?’’

 ‘’Çok özledim yenge. Ablam da çok severdi.’’

‘’O zaman ne diye okumak için uzak bir şehri seçtin! ‘’

‘’Yenge…’’

‘’Tamam, bir şey demedik. Gel de yemeğini ye.’’

Sofraya babasının yanına oturdu. Yengesi küçük oğlunu kucağına oturtup, ayran içmeye zorlarken Cemile, yengesinin sitemlerini düşünüyordu.

Liseyi ilçede bitirmiş, üniversite için batı illerini tercih etmişti. Bunun bir tercih değil, babasının ‘’ sen oku’’ şeklindeki telkinlerinin bir sonucu olduğunu biliyordu. Ailesinin dört çocuğundan üçüncüsüydü. Abisini  en son yedi yıl önce, ablasını ise dört yıl önce görmüştü. Her ikisinin de son anları belleğindeydi. Abisini en son gece geç saate kadar kardeşleri ile muhabbet ederken hatırlıyordu, ablasını ise okulun önünde ‘’ sen git, ben birazdan geleceğim’’ derken. İkisini de o günden sonra görmemişti. Abisi işini, ablası da okulunu bırakıp dağa gitmişti. Küçük kardeşi Viyan ise ortaokuldaydı henüz. Abisi o yıllarda bir arkadaşının köyünün yakılmasından çok etkilenmiş, daha sonra arkadaşı ile gitmeyi kararlaştırmıştı. Ablası ise okulda Kürtçe konuştuğu için öğretmenlerinden sürekli dayak yediğine dayanamamış, yönünü dağlara çevirmişti. Abisinin kardeşlerini ne kadar çok sevdiğini hatırlarken babası;

‘’ Kızım yemeğini ye, erken uyumamız lazım yarın erkenden gideceksin.’’

‘’Tamam. ‘’

Bir yandan yemeğini yerken bir yandan da babasının neden kendisiyle sürekli Türkçe konuştuğunu anlamaya çalışıyordu. Abisi ve ablası Kürtçe konuşabilirken Cemile çok az biliyordu. Çünkü aile ve akrabaları arasında Cemile ve ondan sonra doğanlarla Türkçe konuşulurdu. Okulda eğitim dili Kürtçe değildi ve çocuklar zorluk yaşamasın diye ilkin Türkçeyi öğrenmelilerdi. Cemile bu konuda hiç zorluk çekmedi. Annesi ve babası ilçedeki yaşlılara oranla daha iyi Türkçe konuşuyorlardı. Bu babasının ilkokul beşi bitirmesinden kaynaklanıyordu.

Yemeğini hızla yedikten sonra uyumaya gitti. Sabah erken uyanacak ve Tekirdağ’a doğru yola çıkacaktı. Kitaplarını ve son sınıfta olduğu için staj yapacağı okulda çocuklara dağıtacağı boyama kitaplarını bavuluna yerleştirdi, Uyudu.

Sabah saat yedi buçukta ilçe otogarındaydı. Babasıyla vedalaştı, önceden edindiği biletteki koltuk numarasına göre yerine oturdu. Otobüs ilçeden sonra Şırnak caddelerini dolaşmış, oradan aldığı yolcularla birlikte bir sonraki mola yerine kadar hiç durmamıştı. Önceden çantasına koyduğu, Ermeni bir arkadaşının hediye ettiği “Ermeni Olmak” adlı kitabı okuyan Cemile,  her on dakikada bir camdan dışarıyı izliyordu. İzlemenin, gözlemlemenin en büyük ibadet olduğuna inananlardandı. Doğayı, insanları, uçan kuşları, yoldan geçen arabaları izlemeye, incelemeye bayılırdı. Bu onun farklı bir tutkusuydu. Çok az konuşur, genellikle yazardı.

Yola çıkalı iki saat olmamışken otobüs anayol üzerinde durduruldu. Kimlik kontrolü yapıldıktan sonra bir adam tartaklanarak götürüldü. Otobüsteki hiç kimse bu durumu tuhaf karşılamadı. Zira bu topraklarda karşılaştıkları en masum hareket dayak yemekti. Cemile abisini, ablasını ve üniversitede yaşadıklarını düşündü. Henüz üniversitenin ilk gününde sınıftaki öğretim görevlisi Cemile’nin Şırnaklı olduğunu duyduğunda büründüğü yüz ifadesini değiştirme gereği bile duymamıştı. Sonrası kırık notlar, tezlerine verilmiş eksik puanlar…

Yol boyunca bu düşünceler arasında gidip geldi, babasının ‘’ sen okuyacaksın’’ sözlerini hiç aklından çıkarmadan. Babasının abisi ve ablası hakkındaki düşünceleri netti. Onlar kendi kararlarını vermişlerdi ve buna karışılamazdı. Ancak Cemile’nin farklı bir alanda katkı sunabileceğini düşünüyordu. Okulu bitirince öğretmen olacaktı ve bu, anadilinden ötürü öğrenci dövmeyen bir öğretmen demekti. Babası bu düşünceye önem veriyordu. Cemile de bunu mantıklı görüyor ve bu hayali gerçekleştirebilmek için durmadan çalışıyordu.

 II.

Okulun bitmesine bir ay kala Cemile evden okula okuldan staja derken hayli yorgun bir halde bir çay içmek için staj yaptığı okulun karşısındaki pastaneye gitti. Televizyonun karşısındaki masada çayının gelmesini beklerken diğer masalardan küfürlerin, hakaretlerin geldiği fark etti. Tepki, televizyonda son dakika olarak geçen habereydi. Şırnak’ta on beş asker yaşamını yitirmişti. Spiker kırsalda çatışmaların yaşandığını on beş askerin yaşamını yitirdiğini, ilçelerde de protestoların sürdüğünü aktarıyordu. Okul, ders, staj derken ailesiyle konuşmayalı iki gün olmuştu. Çantasından telefonunu çıkardı, şarjı bitmişti. İstediği çayın gelmesini beklemeden eve gitmek üzere dışarı çıktı.

Eve vardığında saat sekiz buçuktu. Telefonunu şarja taktı. Ev arkadaşları yoktu, televizyonu açtı. Kanallar ağız birliği etmişçesine il merkezi ve ilçelerde olayların devam ettiğini, sokağa çıkma yasağının ilan edildiğini duyuruyorlardı. Telefonunun şarjının dolmasını bekleyemeden babasını aradı.

‘’Baba iyi misin? ’’

‘’ İyiyiz kızım, dışarı çıkma yasağı var elektrikler yok, merak etme sen’’

‘’Anem  nas…’’

Cümlesini tamamlayamadan telefon kesildi. Tekrar aradığında kapalıydı. Şarjı bitmiş olmalı diye düşündü. O gün babasına hiç ulaşamadı. Bu yüzden televizyonun karşısından hiç kalkmadı.

Ertesi gün uyandığında minderde uyuyakalmış olduğunu fark etti. Televizyon açık kalmıştı. Televizyon kumandasından kanalları değiştirdi. Bir kanal sokağa çıkma yasağını verirken, bir diğeri kırsaldaki çatışmanın şehre taşındığını iddia ediyordu. Her zaman izlediği kanalı çevirdi. Yayındaki spiker olayların gittikçe arttığını, şehir içinde, sokaklarda, evlerinin önünde yaralanan insanlar olduğunu belirtiyordu. Telaşla telefonuna yöneldi. Babasını aradı fakat yine ulaşamadı. Diğer akrabalarına ulaşmayı denedi, fakat başaramadı. Elektriklerden olmalı diye düşündü. Televizyonun sesini açmak üzereyken telefonuna mesaj geldiğini fark etti. Ayşe’den gelen mesajda hemen memlekete dönmesi gerektiği, ailesinden yaralılar olduğu yazıyordu. Ayşe Cemile’nin liseden arkadaşıydı. Liseden sonra yılda iki defa mevsimlik işçi olarak çalıştıklarından üniversiteye gitmeyi düşünmemişti. Düşünemezdi de. Zira kendisinden küçük kardeşlerinin okumaya devam edebilmeleri için Ayşe’nin çalışması gerekiyordu. Ayşe’den gelen mesajla tedirginliği korkuya dönüşen Cemile memlekete gitmek üzere evden çıktı.

III.

En yakın havaalanından kalkan havayolu firmalarından bilet bulamayınca otobüs ile aktarmalı gitme eziyetini, endişe ve korkusuna eklemiş, çilesini kat be kat artırmıştı. Saatler geçmek bilmiyor, penceren dışarıya bakarken ailesinin, yakınlarının, ilçenin durumunu düşünüyordu.

Memleketine yaklaştıkça yol kontrolleri artıyordu. Bu alışagelmiş bir durumdu. Şırnak’a varmasına iki saat kala tekrar yol kontrolü yapıldı. Bu defa sayıca çok olan görevliler araçlarını ve panzerlerini yolu kapatacak şekilde dizmiş, gelen araçların geçişine izin vermiyordu. Araçlarından inen insanlar olanları anlamaya çalışıyor, kimileri telefonla konuşurken kimileri de görevlilerle tartışarak evlerine gitmek istediklerini belirtiyordu. Bazı araçlar geri dönerken; evlerine, işlerine ve yakınlarına gitmek isteyenler yolda dönmüyor, bekliyordu. Cemile soran bakışlarla otobüsten indi. Bağrışan bir topluluğa yaklaşınca memleketinde sokağa çıkma yasağının ilan edildiğini öğrendi. Ne yapacağını bilmez bir halde görevlilere yaklaşarak:

’’ Benim evim orada’’  dedi.

‘’ Yasak var gidemezsiniz’’

‘’ Ailem orada, eve gitmem lazım’’

‘’Yasak var dedim, gidemezsiniz, geri dönün.’’

Görevliler şehre giden bütün yolları kapatmışlardı. Cemile ne yapacağını bilmez durumdaydı. Telefonunu ve çantasını otobüste bırakmıştı. Almak için otobüse yönelirken yerde oturmuş hayli yaşlı bir adam gördü, ağlıyordu.

‘’ Amca iyi misin?’’

‘’Çocuklarımdan haber alamıyorum. Üstelik hastayım eve gitmezsem ne yaparım, dayıoğlunun taziyesine gitmiştik, şimdi geri dönemiyoruz.’’

Cemile dayanamadı, otobüse döndü. Kimsenin yanında ağlayamazdı, ağlamak istemezdi. Yaşadıkları abisinden duyduğu gibiydi. Abisi, sürekli Cemile’nin çok küçük olduğu dönemlerde sıkıyönetim ilan edildiği günleri, insanların yakınlarından haber alamadığı günleri anlatırdı. Cemile bu türden sıkıntılara yabancı değildi, fakat böylesini ilk defa görüyordu. Yolda kalan hastalar, çocuklarından ayrı kalan anneler, yakınlarından haber alamayan yaşlılar…

Yolda biriken araçların tehlike arz ettiğini söyleyen görevliler herkesin geri dönmesini istedi. Evlerine, köylerine gidemeyen, dışarıda, yakınlarından haber alamayan insanlar gitmek istemediler. Evlerine gitmek isteyenler ile gitmelerine engel olan görevliler arasında tartışmalar, kavgalar yaşandı.

Telefonunun çalması ile irkildi Cemile. Arayan babasıydı.

‘’Kızım, bizi merak etme iyiyiz’’

‘’ Ayşe bana söyledi baba, yaralı varmış.’’

‘’ Kızım, Viyan…’’

‘’ Baba ne oldu kardeşime, Viyan’ a ne oldu?’’

Telefon tekrar kapandı. O gün ne kadar çabalasa da ne Cemile ne de diğerleri evlerine gidemediler.

IV.

Sokağa çıkma yasağının beşinci gününde evlerine gitmek isteyen insanlar içeri alınmamış, çevredeki köylerde konaklamış ve beş gün boyunca olanları televizyondan takip etmişlerdi. Her sabah erkenden anayolda buluşmak üzere toplanmışlar, fakat ısrarlara, tartışmalara rağmen geçişlerine izin verilmemişti. Cemile sürekli ailesinden birilerini aramış fakat kimseye ulaşamamıştı.

Çevredeki köylere döndüler. Cemile bitkin bir halde televizyonun karşısına geçti. Haber bültenlerinde yaşananlara dair tek bir haber yoktu. Hepsi aynı mutfaktan çıkmışçasına sadece sokağa çıkma yasağının ilan edildiğinden ve çatışmaların yaşandığından söz ediyor, ölenlerin kaçının sivil, kaçının çocuk olduğundan bahsetmiyorlardı. Söylene söylene kanal değiştiren yaşlı bir amca Cemile’nin de sürekli takip ettiği kanalda durdu. Son dakika olarak verilen haberde ilçelerinde Viyan adında küçük bir kızın vurulduğu söyleniyordu. Babasının son kelimelerini hatırladı, yere yığıldı o an. Çevresindekiler onu bir kanepenin üzerine uzattılar. Bir süre öyle kaldı.

Uyandığında yaşananların kâbus olmasını diledi. Dilemek ile umutsuzluk yan yana olamazdı ki, dilemek umut etmekti aynı zamanda. Ama kabus değildi. Yanındaki Sakine Teyze, ağlayan yaşlı amca, tartışanlar, çaresizce bekleyenler…

Hepsi, hepsi gerçekti…

Telefonuna baktı, şarjı bitmişti, şarj edebileceği bir yer aramak için bulunduğu yeri dolaştı. Sonra yüksek sesle birinin bağırdığını duydu. Adımlarını o yöne çevirdi. Anayol üzerinde nöbette olan köylülerden biri yasağın yarın kalkacağını duyduğunu söyledi. Herkesi umutsuz bir bekleyiş sardı.

Cemile konuşmayı sevmezdi, yazardı genellikle. Yazamadığı zamanları olmadı hiç. Nasıl yazsındı ki… Nasıl yazılabilirdi, kardeşinin vurulduğu haberini televizyondan öğrenmeyi, yanına gidememeyi? Nasıl yazabilirdi hastaların hastanelere gidememesini, gebelerin evde ölü çocuklar doğurmasını? Nasıl yazabilirdi çocukların, insanların vurulmasını?

Yazamazdı, ama unutamazdı da. Belleğindeki en hasarlı yerine oturttu bu yaşananları.

V.

Ertesi gün yasak kalkmış günlerdir evlerine gitmek için dışarıda kalan, yollarda bekleyen, çevre köylerde konaklayan herkes şehre giriş yapmıştı. Televizyondan edindikleri kısıtlı bilgilerin bu vahşet karşısında ne kadar noksan kaldıklarına endişe ve öfke ile tanıklık ettiler. Evler kurşunlanmış, camlar parçalanmıştı. Yollara park eden araçlar taranmış,   işyerleri, okullar, yollar tahrip edilmişti. Dışarıda yoğun bir gidiş-geliş vardı. İnsanlar alelacele bir yerlere yetişme çabasındaydılar. Kimileri yasağın tekrar gelebileceği endişesi ile bakkallara koşuyor, kimileri hasta yakınlarını hastaneye yetiştirmeye çalışıyordu.

Eve gitmek üzere ara sokaklardan geçen Cemile tanıklık ettiklerinden utanıyor, gözyaşlarını zor tutuyordu. Sağından ve solundan sürekli tabutlar kaldırılıyor, telaşlı kalabalık mezarlıklara doğru ilerliyordu. Günlerdir yaralanan evlatlarının hastaneye götürülmesine izin verilmeyen anneler şimdi sokaklarda kurtarabildikleri ile uğraşıyordu. Eve varana kadar kaç cenaze geçti önünden saymadı, sayamadı. Günlerdir çocuklarının cenazesini toprağa veremeyen anneler, babalar sayabildi. Gözünü topraktan koparamayan anneler…

Eve vardığında kimseyi bulamadı. Camları kırılmış, kapıları ve duvarları delinmiş, elektriksiz evi  ağır bir koku sarmıştı. Dışarı çıkılamayan günlerde çöpler evde biriktirilmiş, çoğu da evin önüne atılmıştı.

Yan komşudan gelen seslere doğru gitti. Kapı açıktı. Annesini gördü sadece. Babası, amcası, yengesi, kardeşi ve dedesi yoktu. Annesine doğru koştu.

‘’ Anne, iyi misin?’’

‘’Cemile…’’

‘’Babam, kardeşim, diğerleri nerede?’’

‘’Cemile…’’

Annesi fenalaştı. Komşusu Aysel  sakinleştirmeye çalışsa da başaramadı. Ayaklarının altına bir yastık koyup başını yere bıraktılar.

‘’ Aysel Teyze söylesene, babam nerede?’’

‘’ Kızım kardeşin Viyan ’ı vurdular, yaralandığında hastaneye götürülmesine izin verilmediğinden kan kaybından öldü. Gömülmesine de izin vermediler, şimdi mezarlığa gittiler. Bugün toprağa verecekler. Annen sinir krizi geçirdiğinden onu götürmediler.’’

VI.

Cemile kitabı bıraktı elinden, okuyamadı sonrasını. Üzerinden üç yıl geçtikten sonra yazabilmişti bunları zaten. Bu sadece onun yaşadığı değildi, o zaman da böyle düşündüğü için yazma gereksinimi duymuştu. Bir halkın yaşadıklarını ne kadar aktarabilirse o kadar iyi hissedecekti kendini, o da öyle yaptı, yazdı. O günden sonra arkadaşları arasında dağa yönelenler de oldu, yaşamını yitirenler de, tutuklananlar da, sürgün edilenler de...

Hepsini yazdı. Yazmalıydı. Zira bu yazdıkları daha önce yazdığı öyküler gibi hayal ürünü değildi. Sonraki üç yıl içinde tekrarlanan sokağa çıkma yasakları onda derin izler bıraksa da hiç biri yaralı çocuklarını hastaneye götüremeyen babalar ve ölen evlatlarını, toprağa veremeyip, kokmasın diye buzlayan anneler kadar sarsmadı onu.

Kitabı çantasına koydu. Öğretmenler odasından çıkarak sınıfa doğru gitti. Masanın üzerinde dünden bıraktığı ders notları duruyordu, onları bir kenara bırakarak, çocuklara boyama kitabı dağıttı. Üç yıl içinde geliştirdiği anadiliyle;

Kürtçe:

“Evet, çocuklar bugünkü dersimiz resim, bugün boyama kitaplarını renklendireceğiz.’’ dedi.

Boyama kitaplarını alan çocuklar, şekilleri boyadılar. Sarı, kırmızı, yeşil, mor…

*Yazarımız Narin Yükler’in bu öyküsü Hüseyin Çelebi Öykü Yarışması’nda İkincilik Ödülü almıştır.


Etiketler:
İstihdam