13/01/2015 | Yazar: Mehmet Tarhan

Mağduru savunacağız diye yarattığımız kimliğin içine hapsedip dokunulmaz kılıyor; ama aslında onlar adına konuşarak onları dilsizleştiriyoruz.

Mağduru savunacağız diye yarattığımız kimliğin içine hapsedip dokunulmaz kılıyor; ama aslında onlar adına konuşarak onları dilsizleştiriyoruz. Bir yandan da kendimizi temsilcileri olarak addedip ekonomik, sosyal, kültürel ya da siyasal sermaye biriktiriyoruz.
 
Eylül canına kıydı. Henüz yirmilerinin başında bir trans kadın, köpeğini annesine emanet ettiği bir videoyla “yapamadım” diye diye gitti. Köpeğinin ne kadar uslu bir köpek olduğunu söyledi defalarca. Belki bir yuva sahibi olmasının, annesi bile olsa kabul edilebilmesi için “uslu, temiz, sağa sola pislemeyen” bir köpek olduğunu söyledi defalarca. Az önce ise “çok şeyler yapmak istedim, yaptırmadılar, beni çok mağdur ettiler” diyordu Eylül. O yeterince “uslu, temiz, sağa sola pislemeyen” biri değildi toplum için.
 
Eylül seks işçiliği yapan bir transtı. Boğaz köprüsünden kendini atarak canına kıydı ama “şanslı”ydı; cenazesine sahip çıkan bir ailesi vardı. Hem bıraktığı video, hem de annesinin açıklamaları Eylül’ü ölüme götüren şeyin toplumsal baskı kadar diğer translarla yaşadığı sorunlar da olduğu fikrini doğuruyor. Medya “Trans Mafyası, LGBTİ Mafyası” diye üzerine atladı hemen elbette. Çalışmak istediği sokakta çalıştırmamışlar, Eylül’ü “ev”inde çalıştıran kişi yoğun şiddet uygulamış ve sömürmüş. “Mafya” lafı sansasyonel haber yapma iştahının bir ürünü olabilir ancak bu çok bildik bir hikaye. Belki annesinin konuya dahil olması daha çok tartışılmasına neden oluyor fakat en can sıkıcı olan tarafı adı geçen kişilerin politik ortamlarda tanınıyor olması. Açıklamaları ve sosyal medyadaki tartışmaları okudukça Eylül’ü değil de iddialarda adı geçen kişileri tanıyor olmama kahrettim.
 
Bu yazıyı bir aktivistin katharsis arayışı olarak okumak pekala mümkün. Her cinayette, her intiharda bolca boca ediliyor zaten sosyalinden basılı medyasına kadar. Gani Met’in 5harfliler.com sitesinde yayınlanan “Bu yazı insanlığa suç duyurusudur” adlı yazısını üzerine alınmış bir LGBTİ aktivistinin kişisel bir özeleştirisi olarak okuyun.
 
Ankara’da bazı trans arkadaşların arasında “adam” kelimesi bir hakaret olarak kullanılırdı zamanında. “Adam” yeterince kadın olamayan, yani “başarısız” anlamına gelirdi. Fakat daha da önemlisi hani “adam olmak” deriz ya “tam da toplumun istediği gibi” anlamına gelirdi. Adam olmanın, adam gibi yapmanın, adam gibi davranmanın bir karşı tezi olarak kabul ederdi kendini bu arkadaşlarım. Her biri birer Jean Genet’ydi. LGBTİ hareketi ve dostlarımızın trans politikalarını ise Sartrevari bir aydın duyarlılığı gibi görürler, yararlanırlar ama tam da Genet gibi minnet duymazlardı. Hala LGBTİ aktivistleri ve LGBTİ hakları savunucuları en çok trans kadınların çıkardığı pürüzlerden şikayet eder; açık ya da örtük şekilde.
 
Transların yaşam tarzına uygun ortak bir mücadele hattı inşa etmek ihtiyacı her zaman dile getirilir. Hoş; Türkiye’de LGBTİ eylemliliklerinin ve örgütlenmelerinin başını hep translar çekmiştir ama kurumların ortaya çıkmasıyla nasıl olduysa birdenbire “transları harekete katmak” bir gündem oldu. Toplantıları erken saatlerde yapmamak, örgüt isimlerinde ya da açıklamalarda trans kelimesini sık sık kullanmak, seks işçiliğinin yılmaz savunucuları olarak konumlanmak zorunlu olduğu kadar yüzeyselliği nedeniyle konforlu da bir entelektüel/özgürlükçü çözüme götürdü bizleri. Transların ne dediğinden ya da ne demediği kadar toplantıdaki, örgütümüzdeki, fotoğraftaki varlıkları önemli oldu git gide. Farklı yaşam koşulları dolayısıyla bir transı anlayamayacağımız -buradan aslında bir transın bizi yani politika yapmayı anlayamayacağı- düşüncesiyle politik tartışmalardan kaçındık, kişisel ilişkilerimizde anne-evlat ilişkisi kurduk. Güya onlara saygıda kusur etmiyor, incitmiyor, yaşam tarzlarını olduğu gibi kabul ediyor, ama gerçek annelerimize yaptığımız gibi eşit özneler olarak arkadaşlık kurmaktan uzak duruyorduk.
 
Oysa bizim “annelik” dediğimiz şey, seks işçisi trans kadınlar arasında bambaşka bir şekilde yaşanıyordu. Elbette seks işçiliğinde yol yordam öğretme, koruma kollama, beden geçiş sürecine rehberlik etme gibi genç transın menfaatine görünen bir ilişki biçimi. Ancak son tahlilde pezevenkliğin lacivertinden başka bir şey değil. Belli bir yaştan sonra seks işçisi transın hayatını nasıl sürdüreceği sorununa bir çözüm bulununcaya kadar “annelik” kurumunu bir sosyal dayanışma biçimi olarak görme fikrine bağlandık; sağa sola pislememiş olduk. Gündelik hayatımızda uzak durduğumuz ne varsa; fuhuş, şiddet, uyuşturucu vs Trans Kadınlar için yarattığımız kimliğin içine koyduk. Sonra bu kimliği dokunulmaz kılıp hiç ilişmedik; “uslu” durduk. Bizler hayatlarımızı dönüştürmek, başka bir dünya kurmak isterken trans politikasını verili halin statikliği üzerine kurduk. Bu statik alandaki mağduriyetleri kamuoyuna duyurduk, ölümlerden sağlık hizmetlerine kadar bir sürü talebi öne çıkardık. Ancak Trans’ı bir kişi olarak görmektense sisteme birer başkaldırı biçimi olarak okumayı, bir sanat eseri ya da entelektüel iştahımızı kışkırtan bir olgu, açık fikirliliğimizi imleyen bir nesne olarak görmeyi tercih ettik. Trans örgütlerini yok saymamak lazım elbette; bu özörgütlenmelerin büyük çaba ve emeklerinin hakkını teslim etmek gerekir. Ancak bu örgütlerin de yukarıda bahsedilen statik kimlik kabulüyle hareket ettikleri eleştirisinden kaçınmak “temiz” kalmak anlamına gelir.
 
“Zorunlu seks işçiliği” kavramından mağduriyet dili oluşturduğu zannıyla “zorunlu” kelimesini attığımızda mağduriyeti gidermiş olmuyoruz. Fuhuş denilen şeyin madencilik gibi, inşaat gibi bir sektör olduğunu kabul etmedikçe, maden ya da seks işçilerinin sömürüsünden nasıl bahsedeceğiz? Madenlerde 10’ar 100’er ölen madenciler de bir kimlik üzerinden kutsanarak katlediliyorlar. Kaç tane madenci vardır çocukluk hayali madende çalışmak olan, ya da kaç tane sıva ustası vardır hayali sıvacılık olan? Bizler güya seks işçisi transların yaşam biçimini olduğu gibi kabul ederken cinayetleri, intiharları, zamansız ölümleri Seks İşçiliğinin fıtratı olarak kabul etmiş olmuyor muyuz? Daha da fenası toplumsal hayattan tamamen dışlayıp; sonra da üç otuz paraya bedenlerini sömüren “adam”ları bir kenara bırakıp fuhuşa karşı savaş diye seks işçilerine savaş açmıyor muyuz? Kuzey ormanlarını kurtarmak için inşaat işçilerine savaş açmaktan farkı ne?
 
Ya da mağduru savunacağız diye yarattığımız kimliğin içine hapsedip dokunulmaz kılıyor; ama aslında onlar adına konuşarak onları dilsizleştiriyoruz. Bir yandan da kendimizi temsilcileri olarak addedip ekonomik, sosyal, kültürel ya da siyasal sermaye biriktiriyoruz. “Uslu, temiz ve sağa sola pislemeyen” bir siyaset tam da bunu yapmaz mı?
 
*Bu yazı ilk olarak Evrensel gazetesinin Pazar ekinde yayınlanmıştır. 

Etiketler:
İstihdam