11/06/2012 | Yazar: Hande Çayır

SSK, okul ya da devletin diğer aksak parçaları… Daha güzel bir dünyada yaşama isteği… Neresinden başlanabilirse… Orasından işte…

Kısmi burslarla okuduğum iki vakıf üniversitesi deneyiminden sonra bugün doktora başvurusu yapmak için bir devlet üniversitesine gittim.
 
Daha önce şıp diye hallettiğim başvuru belgelerini teslim etme işi için önümde bekleyen 303 kişi vardı. İşten kısa süre için izin almıştım.
 
Beklerken kitap okumak yerine konuşmayı tercih ettim. Sağımdakilerle… Solumdakilerle…
 
Konuştukça açıldım. Dinledikçe büyüdüm. Birbirimize telefon numaralarımızı verdik. Çıkışta, SSK’dan dönerken duyduğum bir his var. O geldi.
 
Sıra nihayet geldiğinde, içeri girdiğimde, -numara almak için bir makine ararken görevlinin peşimden koşup içeri kurnazca girdiğimi sanması üzerine, “numara alacaktım” demem ve elindeki minik kâğıt parçasını höt diye vermesinden sonraki ikinci girişim bu, o kapıdan- belgelerimin doğru olup olmadığını kontrol ettiler. Bunun için ÖSYM şifremi hatırlamam gerekti. Bununla ilgili sitede bilgi yoktu. Hatırlayamayanlar, yazılı belgelerde şifrelerini masasında tutanlar geri döndü. Aman, canım, vakit nedir ki? Bugün git, yarın gel!
 
Asıl mesele, belgeleri alan muhterem kişi ile karşılaşmamla başladı:
 
-         Bu ne biçim nüfus cüzdanı fotokopisi, şuna bak!
-   (Ben çekmiştim. Dışı siyah; içi beyazdı ama okunaklıydı. Sadece alışılmışın dışındaydı; her yeri beyaz değildi. Bilgilerin olduğu kısım beyazdı. Diğer alanlar siyahtı… Ayrıca bu kontrast hali zararsızca çok da hoştu.)
-         Bu nasıl transkript? İngilizce bu! Yurtdışında mı okudun?
-         Hayır. Öyle alabildim internetten. Aslını kesin kayıtta getirebileceğim yazıyordu.
-         Ham hum höm.
-         Doktoraya mı başvuruyorsun?
-         Evet.
-         Böeh, nerede senin yüksek lisans diploman?
-         Daha mezun olmadım. Tüm dersler bitti. Tezimi de verdim. Diplomayı sonra verecekler. Kesin kayıt döneminde teslim edilecektir yazıyor web sitenizde.
-         Yok, öyle şey... Ben bunları teslim alamam.
-         Sen git fax çek yukarıdan. Göndersinler, fax çeksinler.
-         Saat 16.30? Neyi fax çekecekler?
-         Alamam ben bu dosyaları, mühür lazım.
 
Gidiyorum. Biliyorum ki mümkün. Yapmıyor. Canım yanıyor. Dört saat bekliyorum. Oraya gelebilmek için ışık hızı (!) ile giden toplu taşıma aracının içindeki onlarca insanın bedenine değiyorum. Bir saate yakın sürüyor yol. İş yerinden aldığım izni uzatıyorum. Evraklar belirtilen formatta olmasına rağmen adamın biri böğürmek istiyor ve…
 
Canım sezgilerim, canım aklım, gitmiyor oradan. Başka bir görevlinin olduğu, başka bir odanın kuyruğunda beklemeye başlıyorum. Gitmeyeceğim.
 
Yeni görevli diyor ki:
 
— Doktoraya mı başvuruyorsunuz? Yüksek lisansa başvuracak yaşta gibisiniz.
—(Hala iltifatlardan etkileniyorum, lanet olsun!)
 
— Belgeleriniz tamam, başvurunuz tamamlandı.
— Teşekkür ederim.
 
Okulun bana verdiği teslim belgesinin yazıları silikti ve bazı bölümler okunmuyordu. Yeni arkadaşım dedi ki: “Onlar kendi fotokopilerine baksınlar.” Güldük.
 
İki kişi arasında yaşanan iktidar mücadelesi bazen savaşlar kadar sıkıyor ruhumu. O da bir savaş zaten. Görünmez savaş… Neyin savaşı? Bachmann’ın cümlesi ile rahatlıyorum: Faşizm iki kişi arasında başlar’ı bilmek rahatlatıyor beni. Bilgi rahatlatıyor. Bunu paylaşmak rahatlatıyor. Belki bir başkasına, yeniden deneme, başka bir yol arama, vazgeçmeme gücü verir umudu ile içimdeki ateş topunu fırlatıyorum.
 
SSK, okul ya da devletin diğer aksak parçaları… Daha güzel bir dünyada yaşama isteği… Neresinden başlanabilirse… Orasından işte…
 
 

Etiketler:
nefret